KategorijaArticles in Turkish

Olimpizm ve Hıristiyan Kiliseleri

O

Doktrin seviyesinde Olimpizm ve Hıristiyanlık birbirleriyle su ve ateş gibi ilişkilidir. Hıristiyanların Tanrıları adına Helenlerin en önemli tapınma yerlerinden biri ve Helenik maneviyatının en yüksek simgesi olan Olimpia’yı barbarca bir hırsla yıkması bu iki dünya görüşü arasındaki uçurumda bir köprü kurulamayacağını gösterir. Ezilenlerin özgürlük mücadelesiyle başa çıkmaya çalışan pragmatik Coubertin Kilise’yi politik bir müttefik olarak görür ve var olan düzeni daha etkin bir şekilde korumaya yardımcı olacak Hıristiyanlık’taki her şey Olimpik doktrin ve pratiğin doğal bir parçası haline gelir. Bir pagan olan Coubertin Hıristiyan Tanrısını reddetmez ve savunduğu ilkelerin tartışılmazlığını ve sonsuzluğunu kanıtlamak zorunda olduğunda kutsal otoriteye (“kutsal haklı”) başvurmaktan çekinmez. Onun aklına Nietzsche gibi “Tanrı öldü!” diye haykırmak ya da Katolik Kilisesi’ne karşı koymak gelmez. Coubertin’in Hıristiyanlığın diğer (“etnik”) dinlerden üstünlüğünde ve böylece beyazların “renkli” ırklara karşı ırksal “üstünlüğünü” onaylamakta ısrar etmesi Coubertin’in Olimpik hareket ve Katolik Kilisesi arasında “renkli” halkların kültürel mirası ve özgürlükçü şerefine karşı bir Haçlı Seferi’nde stratejik bir ittifak kurma gayretini gösterir. Aristokrasi, burjuvazi ve ruhban sınıfı tarafından yönlendirilen “iyi Hıristiyanlar” birlikte savaştıkları Coubertin’le aynı nedenlerle Olimpizm’e iyi gözle bakarlar ve modern pagan Olimpik şenliklerinin koruyucuları olmayı kabul ederler. Katolik Kilisesi söz konusu olduğunda Papa’nın kendisi (Pius XII) modern Olimpik paganizmin başrahipleri olan IOC’den beyefendileri onlara hayır dualarını vermek için kabul eder.  Pensilvanyalı bir piskoposun 19 Temmuz 1908’de Londra’daki St. Paul Katedrali’nde, Londra Olimpiyat Oyunları’na adanan bir ayin sırasında (Coubertin’e atfen) sarf ettiği, Oyunlar’ın “hümanist” vecizesi haline gelen sözler işleri daha da tuhaflaştırır: “Bu Olimpiyat Oyunları’nda yer almak önemlidir, kazanmak değil.” (21) Helenik uygarlığın en kutsal yerini, antik Olimpia’yı yıkan bir dine ait olanların “Olimpiyat Oyunları şerefine” ayinler düzenleyip onların “ölümsüz ruhlarını” yüceltmesi ne büyük bir ikiyüzlülüktür! Bu durumda bile Kilise’nin var olma çıkarlarına gelince “şeytanın boyandığı kadar siyah olmadığı” ortaya çıkmıştır: “iyi Hıristiyanlar” eleştirel-değişken bilinçle baş etmek ve kurulu düzeni korumak için “antik geleneğe” başvurmaktadır. Her zamankinden daha güçlü olan işçi (sosyalist) hareketi karşısındaki savaştaki ortak çıkarlar Hıristiyanlık ve Olimpik paganizm gibi uzlaşmaz manevi hareketlerin temsilcilerini birleştirmiştir.

Hıristiyan Kiliseleri Coubertin’in modern Olimpik hareketi kurmasından çok önce “spora” “takdir” göstermiştir. İtalya’daki kentlerin kurulduğu zamanda bile ayinlerine ruhani koruyucu rolünde ortaya çıkmaya çalışan Katolik Kilisesi “spor” kutlamalarını “uygun olarak” görmüştür. Hıristiyanlığın yerini Yeni Çağ ruhunun aldığı Kilise tarafında fiziksel egzersiz, spor ve Olimpizm gelişimi için olan taleplerden görülür. Katolik Kilisesi’nin tavrı cura del corpo si, culto del corpo no şeklinde olmuştur, bu Rönesans’taki (insanın) bedenin uyanışına bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır ve doktrinsel değil ahlaki bir karakteri vardır. İlerlemeci mantığın ifadesi olarak fiziksel güç ve dayanıklılık inancı bazı modern Hıristiyan reformcularda bulunur. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki işçi (sosyalist) hareketinin gelişmesi sırasında Katolik Kilisesi işçilerin tatminsizliğini kontrol etmek ve onların boş (“özgür”) vakitlerinin üzerinde kontrol sağlamak için sporu kullanmaya çalışmıştır. Papa Leon XIII’ün 1891’deki piskoposlara gönderdiği (20. yüzyılda pek çok kez tekrar yayınlanan, en son 1991 yılında “Centisimo anno” başlığında yayınlanan) “Rerum novarum” (“Yeni Şeylere Dair” (ç.n.)) genelgesinin temel amaçlarından biri de budur. (22) Kapitalizmin beşiği İngiltere’de sporun “iyi Hıristiyanlar” yaratmada kullanılmasının iki şekli vardı. İlki 19. yüzyılın ilk yarısında burjuva gençliğini spor karşılaşmaları ve fiziksel talim yoluyla İngiliz İmparatorluğu’nun temel gücü olarak “kaslı Hıristiyanlara” dönüştürmeye çalışan Thomas Arnold’un pedagojik hareketidir. İkincisi 19. yüzyıl sonunda işçilerin boş vaktini spor yoluyla “sömürgeleştirip” onları kurulu düzene manevi olarak “Hıristiyan Sosyalist Hareketi” biçiminde kaynaştırmaya çalışmıştır. İşçilerin tatminsizliğini yatıştırmak için spor karşılaşmalarının ana araç haline geldiği “Çalışan İnsan Okulu”nun Kingsley ve Maurice tarafından Londra’da açılması işçilerin manevi olarak bastırılmasının tipik şekillerinden birini temsil eder. Fransa’da Coubertin’in manevi idollerinden biri olan Abbot Dinon burjuva gençlikte Hıristiyanlık görünümünde savaşçı bireycilik ruhunu ve fiziksel güç inancını oluşturmaya çalışmıştır. Aynı şey “Yeni Çağ ruhunu” izlemeye ve kurulu düzeni tehdit eden yeni fikirlerden “sürülerini” korumaya çalışan diğer Avrupa ülkeleri ve ABD’deki (basketbolun resmi “pederi” olan Protestan rahip James Naismith gibi) “Hıristiyan reformcular” tarafından da yapılmıştır. Toplumun ana kaynaştırıcı manevi gücü olup kapitalizmi çökmekten koruması beklenen yeni Olimpik (pagan) dinini başlatmak için uğraşan “Hıristiyan reformcular” Hıristiyanlığın havarileri olmak yerine kapitalizmin havarileri olmuşlardır.    Hıristiyanlar antik Olimpia’yı yıkmışlardır, Coubertin tarafından başı çekilen modern Olimpik paganlar çok daha büyük bir barbarca gayretle Hıristiyanlık’la başa çıkmışlar ve Hıristiyan Kiliselerini (diğer dini topluluklar gibi) kendi küresel egemenliklerini kabul etmek zorunda bırakmışlardır.

Modern Olimpizm’in “Hıristiyanlaştırılması”nın tipik bir örneği teolog Paul Jacobi tarafından yazılan “Olimpiyat Oyunları örneğinden yola çıkılarak – İnsan şerefinin spordaki dinsel yansıması” adındaki çalışmadır. (23) II. Vatikan Konseyi’ndeki sonuçtan başlayarak “birleşme talebinde” Olimpiyat Oyunlarının haklı çıkarılmasının ve Coubertin’in Olimpik doktrininin yorumlanmasının temel yolunu görür. Bunun ne demek olduğu Konsey’in altında toplandığı adda açıkça görülür: “Kilise ve Bugünün Dünyası”. Bu Katolik Kilisesi’nin inanca giderek daha az yer olan kapitalist bir şekilde yozlaşmış dünyaya uyum sağlayarak hayatta kalma girişimidir. Bu nedenle Jacobi Coubertin için Olimpizm’in “mevcut dünyanın bütün inançlarından” üstün olduğu ve “öteki” (daha iyi) dünyanın Hıristiyan idealinin radikal bir şekilde reddi olduğu gerçeğini “görmezden gelerek” Coubertin’in yeni bir dini duygunun oluşumu isteğini vurgular. Modern Olimpik paganizmi Hıristiyanlaştırma çabasının saçmalığı Jacobi’nin Joseph Ratzinger’in “Hıristiyan Kardeşliği” kitabına ilişkin olarak Olimpik düşünceyi insanlar arasında Tanrı’nın kanatları altında barış ve kardeşlik olması düşüncesine bağlamaya kalkışmasında görülebilir.  Jacobi Oyunları yüceltirken onlarda “dürüst mücadele kuralları, tolerans, adalet, insan şerefi, barış, dayanışma, kardeşlik ve özgürlük” tarafından kontrol edilen “yeni toplumun” bir ipucunu görecek kadar ileri gider. (24) Olimpiyat Oyunları “dünya üzerinde kutsal krallık” olmasını içeren bir “ütopyayı” gerçekleştirme aracı haline gelir. Papa VI. Paul’ün “Paylaştıkları çalışmada insanlar kardeş olduklarını keşfederler” sözleri Olimpik hareketin yol gösteren ilkesi haline gelir. (25) Hıristiyan kiliselerinin Olimpik paganizmle olan ilişkisi onların Hıristiyanlıkla olan gerçek ilişkisini gösterir. Giderek zayıflayan toplumsal konumlarını güçlendirmek için Hıristiyan hümanizmini ilkel Olimpik hümanizminin ayakları altına atmış ve böylece pozitivizmin (kapitalizmin savunulmasının) “Hıristiyanlık” Kilisesi’nin temeli olduğunu göstermişlerdir. Coubertin ve onun takipçileri Katolik Kilisesi’nin üyelerinin neden paganizm vaazları ve Olimpiyat Oyunları’nı pagan “Kiliseler” olarak düzenlemeleri nedeniyle ihraç edilmedikleri, hepsi de “iyi Hıristiyanlar” olan aristokrasi ve burjuvazi tarafından olduğu kadar önce sessizce, sonra açıkça Papa ve Katolik ruhban sınıfı tarafından desteklendikleri sorusuna olan cevap burada yatar. Hıristiyan ikiyüzlülüğü üzerine olan en iyi yorumlardan biri “Katolik fanatizmi dinî bir fanatizm değildi, Kilise biçimlerinde gizlenen açgözlülük fanatizmiydi” diyen Kautsky tarafından yapılmıştır. (26) Modern Olimpizm’in orijinal doğasını kısaca tanımlamaya çalışırsak “açgözlülük fanatizmi” en doğru tanımlama olur: Coubertin’in “hümanizm inancı” açgözlülük inancından başka bir şey değildir.

Coubertin’in Olimpik arzusunun yerine getiricileri ve Olimpik fikrinin “kutsal” koruyucuları olarak Nazilere vasiyet ettiği “kalbinin” “Olimpik vadiye” (bugünün “Pierre de Coubertin Vadisi”) gömülme töreni (gömme töreni Katolik ruhbanlar olmadan gerçekleştirilmişti) Olimpizm’in Hıristiyanlıkla olan ilişkisini gösterir. Coubertin “ruhunu” Cennet’e değil, sembolik olarak “antik dünyanın ölümsüz ruhuyla” birleşen (bir anıt içine konan) kalbi yoluyla Hellas paganlarının “en kutsal yerine” göndermiştir. Bunun “Hıristiyan” olan yanı ölen Hıristiyan “azizlerin” kalıntıları gibi kalbinin özgün bir (Olimpik) hatıra haline gelmiş olması gerçeğidir. Zaten kalbinin “gömülüşünün” dinsel değil propagandacı bir karakteri vardır: Coubertin “kendi” Olimpiyat Oyunları’nda kullandığı (bayağı) senaryonun aynısıyla “sonsuzluğa gitmiştir”.

Olimpik “Kutsal Teslis”

O

Coubertin’in Olimpik doktrini Hıristiyan “kutsal teslisinin” rolünü alarak kurulu düzenin kaçınılmazlığını ve sonsuzluğunu cisimleştiren, pozitif (Olimpik) üstünlüğün taşıyıcısı haline gelen üç desteğe dayanır. Bunlar kaderi belirleyen güç olarak Tanrı’ya karşılık gelen evrim (“ilerleme”) yasaları, Hıristiyan “kutsal ruhun”  rolünü alan “antik dünyanın ölümsüz ruhu” (savaşçı ruh) ve Olimpik doktrinde İsa’nın  Hıristiyanlıktaki rolüne sahip olan Olimpik “hümanizmadır” (mevcut dünyanın inancı). “Yenilenmiş” Olimpiyat Oyunları’nda vücut bulan “antik dünyanın ölümsüz ruhu” yoluyla mevcut dünya antik Yunan’da en yüksek şekline ulaşan ve Olimpik hümanizmayı doğuran evrim yasalarıyla mistik bir biçimde döllenmiştir.

Hıristiyanlık için Tanrı’nın insanın kaderini belirleyen kaçınılmaz güç olması gibi Coubertin için “ilerleme” insan yaşamını kontrol eden ve “geleceği” belirleyen kaçınılmaz bir insanüstü güçtür. Sonuç olarak hem Tanrı hem de “ilerleme” insana “sonsuz yaşamı” teklif eder. Onları ayıran şey Hıristiyanlıkta insanın “sonsuz yaşam” olasılığını “öteki dünyada” bir fert olarak kazanması, Coubertin’de ise insanlığın bu olasılığı nitelik değişiklikleri olmaksızın sayısal vardiyalara indirgenen dünyevi yaşamdaki kuramsal bütünlük olarak elde eder. Bir Hıristiyan’ın yaşamı “günahlarını” ödemeye ve “kıyamet gününe” hazırlanmaya indirgenirken Coubertin’in pozitif insanının günah ve sorumluluktan kurtarılmış yaşamı zenginliğini arttırmak ve kurulu düzeni korumak için sürekli bir mücadeleye indirgenmiştir.

Dünyanın Tanrı tarafından yaratılması Hıristiyan gizeminin temelidir. Coubertin’de yaratılma süreci istemli ve amaçlı bir eylem değildir, “ilerleme” şeklinde ortaya çıkan evrim mantığını izleyen akılsız ve kendiliğinden olan bir faaliyettir. Coubertin mutlak olan tarafında insanın yaratılışını (insan tarafında dünyanın yaratılışı gibi) ortadan kaldırır ve “insanoğlunun gelişimini” insan isteğinden bağımsız, ırklar arasında hayatta kalma mücadelesinde belirtilen bir evrim yasaları silsilesine indirgenmesini onaylar. Modern Olimpik gizemi belirli sosyal süreçler ve ilişkilerden ortaya çıkan kapitalizmin her zaman, her yerde var olan görünmez gücünün insanın varlığına katılması ve dini heyecanı uyandırmasını sağlamalıdır. Coubertin ayrıca dindarlar ve fanatikler arasında fark gözetmez. Onun Olimpik felsefesinde şüphe, sorgulama, karşılaştırma, amaç ve yanıt arayışına yer yoktur… Coubertin psikolojik yöne ve bu bağlamda insanı Olimpik gizeme dâhil eden olağanüstü bir başarıya ilk sırada yer verir. Olimpik tören mantığı yok etme, bilinçaltına giden yolu açma ve “insanın en iç bölümlerine” ulaşma amacı güden bir mekanizmadır. Hıristiyanlık gibi Olimpizm de mantığı ortadan kaldırıp insanın mevcut dünyayla tam olarak bütünleşmesine ulaşan hipnotik bir seansa benzeyen özgün bir Olimpik tapınması olan inanç eylemlerinin yapılmasında ısrar eder. Törenin katı bir şekilde gözlenen şeklinin ayinsel bir karakteri vardır ve özgün bir yanılsama yaratır: ayinsel bir tekrar etme törenin insanların isteğine göre yapılmadığı, fakat insanların her şeyi elinde tutan görünmez bir gücün isteğiyle hareket ederek yalnızca isteği yerine getirenler olduğu izlenimini yaratır.  Bu bağlamda bölünmemesi gereken ve kaçınılmaz gücün insan üzerinde sonsuz egemenliğinin belirtilme şekli haline gelen Oyunlar’ın dört yıllık “kutsal” ritmi ortaya çıkar (Olympie éternelle! (sonsuz Olimpiyatlar (ç.n.))).  Amaç Olimpiyat Oyunları aracılığıyla mevcut dünyanın temel ilkelerine olan inancı sürekli yenilemektir. Modern Olimpik gizemin Tanrı ve doğal güçlerle hiç işi yoktur, o Olimpik gösteriyle gizemli bir ışıkta gösterilmesi gereken kapitalizmin egemen ruhuyla ilgilidir. Bu bağlamda Olimpik törenin yaratılışında Coubertin Hıristiyan tapınmasını rehber almaz, fakat bu dünyevi egemen güce Oyunlar’ın olağanüstü olmasına model olarak düşündüğü monarşist görkem, askeri geçitler ve büyük dünya gösterilerine benzer bir mitolojik ve inançsal boyut veren bir performans yaratmaya çalışır. Bu nedenle görkemlilik, anıtsallık, askeri bir ruh ve gösterişli süslemeler Olimpik (dekoratif) estetiğin en önemli unsurları haline gelir. Olimpik inanç törenine özel bir boyut katması gereken şey Olimpiyat Oyunları’nın özgün bir ruhani seans olarak hazırlandığı anlamına gelen “antik dünyanın ölümsüz ruhunu” uyandırmasıdır. Coubertin’e göre spor Modern Çağ’ın bir ürünü değil, ışık ve sıcaklığın, yani yaşamın bitip tükenmez kaynağı haline gelen antik dünyanın ruhunun diriliş şeklidir. “Spora Övgüsünde” Coubertin hayranlıkla “şarkı söyler”: “Ah Spor, Tanrıların hazzı, yaşamın özü! Modern varoluşun verimsiz emeklerle huzursuz gri vadisinde sen birdenbire o insanlığın gülümseyebildiği yok olan çağların parlayan ulağı olarak ortaya çıktın. Ve dağların tepelerine şafağın ilk ışıkları düştü ve güneş ışınları ayazın kasvetli yerlerine aktı.”  (15) Modern Olimpiyat Oyunları’nın özgün bir ruhani seans olarak tasarlandığı resmi “Olimpik İlahi’de” açıkça görülür:  “Antik dünyanın ölümsüz ruhu, / Gerçek, güzel ve iyinin babası, /  Alçal, ortaya çık ve üzerimize ışığı tut / Yok olmaz ünün şahit olduğu zindelikleri olan / Bu yerin üzerinde ve bu gökyüzünün altında / O soylu oyunlara yaşam ve ruh ver! / Yarışta ve kavgada / Galiplere solmaz çiçek çelenkleri at! / Göğüslerimizde çelikten kalpler yarat! / Işığın, ovaların, dağların ve denizlerinde / Bir gül renginde parla ve uçsuz bucaksız bir tapınak yarat ki /  Bütün uluslar sana tapmak için doluşsun içinde / Ah antik dünyanın ölümsüz ruhu.” (16) Olimpiyat Oyunları “antik dünyanın ölümsüz ruhu” ve Modern Çağ arasında gizemli bir birleşme töreni ve bu nedenle pozitif insanın doğumuna yol açacak şekilde antik dünyanın ruhuyla insanın döllenmesi haline gelir. Bu kabile aristokrasisinin köleler üzerindeki tartışılmaz gücünü simgeleyen ölümsüz oligarşi olarak Olimpus tanrılarına benzeyen otoriter (acımasız) bir ruhtur. Modern Çağ’da bu güç Olimpus dağından tekrar dünyaya iner, fakat bu kez eski “kahramanların” kapitalist vekili olan burjuva şeklinde ortaya çıkar. Coubertin kapitalizmin “bağrında” (Marx) mevcut dünyayı yenme olasılığının yolunu açan fikirleri besleme yeteneğini ortadan kaldırır ve böylece onu tarihsel verimlilikten mahrum eder ve “antik dünyanın ölümsüz ruhunu” kapitalizmde “yeni bir yaşam canlandırmak” için kullanır. “Antik dünyanın ölümsüz ruhu” yaşayan dünyanın evriminin gelişimin en yüksek düzeyine eriştiği zamanın sembolik bir ifadesi, mevcut dünyaya sonsuz gençlik sağlayacak özgün bir “Kutsal Kitap” haline gelir: Olimpiyat Oyunları antik Yunan’ın yaşam iksirini modern dünyaya akıtmaya hizmet eder. Oyunlar’ın “kutsal ritmi” bu nedenle bu kadar önemlidir: onlar “gençliğin festivali” olarak (Coubertin) kapitalizmin düzenli gençleştirilmesi ve böylece tarihin sonudurlar. Ölümsüzlüğü cennete bağlayan Antik dünya ve Hıristiyanlığın aksine Coubertin ölümsüzlüğü dünyaya indirir. “Antik dünyanın ölümsüz ruhu” Olimpus tanrılarının doğaüstü gücünün cisimleşmesi değil, kapitalist ruhun efsanevi şekli ve ona “kültürel” ve “kutsal” bir meşruluk verme yoludur. Coubertin bu nedenle Helen dünyasının çökmüş olduğu “gerçeğini” umursamaz. Kapitalizmin ruhu ona yeni bir yaşam verip sonsuzluğunu emniyete alarak antik ruhu küllerinden ayağa kaldırır. Pozitif ilerlemenin ideolojisi olarak Olimpizm üstünlüğü ortadan kaldırır ve dünyanın gelişiminin temel ilkesi olarak her yerde bulunmayı koyar. Mevcut dünyayı aşan veya uygarlığın gittiği yönün belirlenebildiği bir son olarak ortaya çıkan bir şey yoktur.  Modern Olimpizm’de yaşamın anlamı Tanrı tarafından belirlenmez, fakat her şey olayların doğal akışı (evrim yasaları) tarafından verilen amaca ve ondan çıkan nicel ve totaliter bir karaktere sahip olan, “geleceğin” onun için açık olduğu ilerlemeci ruha uygun olarak ilerler. Coubertin’in arada sırada değindiği “kutsal hakkın” öncelikli ya da doğaüstü bir karakteri yoktur ve dünyanın değiştirilemeyeceği izlenimini yaratmaya hizmet eder. İdeal olan ve mevcut dünya arasında bir benzerlik vardır: Olimpizm özün varlığa indirgendiği pozitif bir ontoloji haline gelir. Doğruyla yanlış, olağanüstü olanla esas olan arasındaki çelişki gerçek dünyada “ortadan kalkar”. Coubertin örnek oluşturan katmanı bir köşeye attığı için kurulu ilerlemeyi gerçek ilerleme fikriyle karşılaştırma olasılığı yoktur. Coubertin ilerlemenin her türlü değerlendirici yargısından anlamı yoksun bırakmıştır, dünyanın bilgisi yalnızca faydacı ve deneysel bir karaktere sahiptir. Tek olası soru egemen “seçkinlerin” maddi zenginliklerinin miktarsal birikimlerinde ve özgürlükçü işçi hareketi ve insanlığın özgürlükçü mirasıyla olan savaştaki etkinliği arttırmakta ifade edilen ilerleme ölçütüyle ilgili olandır. Önceki citius, altius, fortius Olimpik özdeyişinde, sonraki “güçlü olan haklıdır” ilkesinde ifade edilir: yaratılan her şey egemen düzeni korumak için egemen sınıfın elinde bir araç haline gelmelidir. Coubertin burada demokratik kurumlara karşı olan davranışına benzer olarak daha fazla şey yapmak, daha ileri gitmek ve daha güçlü bir şekilde hareket etmek için insanın gücünün özgürlükçü olasılıklarını ortadan kaldırmaya çalışır… İnsanın bütün daha çok gelişmiş üretken güçleri egemen sınıfın baskıcı gücünün kaynağı haline gelir: gelişimdeki artışı özgürlükteki düşüş izler.

Coubertin’in hümanizmi Olimpik “kutsal teslisin” üçüncü parçasıdır.  Modern Çağ’ın hümanizminin Kilise’nin insanı “Tanrı’nın isteğinin” kölesine indirgeyen uzun süreli mücadelesine uyanmış insanın tepkisi olarak ortaya çıkması gibi Coubertin’in hümanizmi Fransız Devrimi’nin ana ilkelerine ve sivil toplumun özgürlükçü mirasına ve bu bağlamda Hıristiyanlığın özgürlükçü fikirlerine emperyalist burjuvazinin tepkisi olarak ortaya çıkmıştır. İnsan “Tanrı’nın kölesi” olmak yerine egemen ilişkilerin vücut bulması olan “doğa yasalarının” kölesi haline gelir: Olimpizm Hıristiyanlığın Sosyal Darwinizm yoluyla “hakkından gelir”. Coubertin “insandaki kutsalı” keşfetmeye değil, ona kurulu dünyanın ruhunu aşılamaya çalışır: insan yalnız kapitalizmin “ilerleme” kılığındaki stratejik sonuçlarına ulaşmak için araçtır. Karakterin ve pozitif insanın bilincinin oluşumu, insanlık dışı sonuçlara ulaşmak için insanın kullanılması Coubertin’in hümanizminin temelidir.

Hıristiyanlık yalnızca geçici bir insan ikametgâhı olan mevcut dünyayı eleştirir: “gerçek” ve “sonsuz yaşam” Cennet’te başlar.  Coubertin için mevcut dünya insanın tek olası ve sonsuz ikametgâhıdır, Cennet’e giden yolda bir istasyon değildir. Tanrı’ya dua etmek yerine, onda günlük yaşamda düşünülmeden bir fiziksel aktivizmle gelen bir sevince boğulma vardır. İdealize edilmiş bir antik dünya olmasına rağmen içinde hümanist ideallerin ve yaşamın birleşimesiyle gerçekleşen bugün her yöne ışık saçar: mevcut dünya gerçekleşmiş hümanizmdir. Coubertin’in hümanizmi mevcut dünyanın kültlerini kurmaya hizmet eden antik toplum mitine dayanır. Ona göre pozitif toplum ideali antik Yunan’da kabile aristokrasisinin halk üzerindeki tam egemenliğinin kurulduğu o zamanın “Orta Çağ’ında” zaten gerçekleşmişti. Antik toplum gerçekleştirilemeyecek bir ideal olduğu için antik mitin temel amacı insan hareketlerine ana hatlar vermek değil, insanlığın idealinin geçmişte zaten gerçekleşmiş olduğunu ve bu nedenle geleceğe bakmanın faydasız olduğunu kanıtlamaktır.  “Helenizmin insanlığın mevcut yaşamı ve denge halindeki bütün inançlarının üstünde olduğu” sonucuna varan Coubertin insana ölümden sonra mutluluk sözü veren dinlere karşı çıkar. Ona göre antik Yunan’da “mutluluk mevcut var oluştur.” (17) Öteki (“daha yüksek”) dünya için çabalamak yerine var olan dünyanın sonsuz şenliği insan için en büyük istek haline gelir. Coubertin’in (“zengin” ve “fakir” insanların ya da “yüksek” ve “aşağı” ırkların olmadığı) Hıristiyan hayal dünyasıyla uğraşması aslında insanın adil bir dünyaya ulaşmak için çabalamasıyla olduğu kadar daha iyi bir dünya fikriyle de bir savaştır. Coubertin’in antik dünyayı idealize etmesinin amacı insanın alternatifi olmayan ve sonsuz olan gerçek dünyanın egemen ilkelerinin idealize edilmiş biçimde bulunduğu bir dünyayı arzulamasını teşvik etmektir.  Bunlar Olimpik doktrin yoluyla mutlak gerçek karakteri alan “hakikatlerdir”. İnsana kalan tek şey olayların mevcut haline kendini “uydurmaktır”. Coubertin ezilenlere adaletsizliğe itaatkâr bir şekilde katlanmalarının telafisi olarak bir “spor cumhuriyeti” sunar, fakat bu Hıristiyan cennetinde olduğu gibi mevcut dünyaya paralel bir dünya değildir, bu mevcut dünyanın egemen ruhunun saf halde ortaya çıktığı bir yerdir, özgün bir kapitalist Olimpik Cennet’tir. Bu nedenle de insanın mevcut dünyaya bütünüyle uyum sağlamasını sağlayacak özelliklerinin (fiziksel ve zihinsel olarak ) geliştirildiği bir antrenman kampıdır.  Hıristiyanlık insanı “öteki dünya”ya geçirir, spor onu mevcut dünyaya çiviler.

Olimpiyat Oyunları mevcut dünyanın sporda vücut bulan temel var oluş ilkelerinin törensel tanrılaştırılmasıdır: modern Olimpizm kapitalizmin inancıdır. Bu nedenle Antik dünyadaki atletin Zeus’u selamlamak için Olimpik sunağa varmasındaki dini heyecana (huşuya) denk düşecek religio athletaeye olduğu kadar sporcuların fiziksel görünümlerine ve davranışlarına, “ahlaksal saflıklarına” bu kadar önem verilir.  Atletin Tanrıları gücendirmediği Oyunlar’a katılımın antik şartı modern Olimpizm’de atletin diğerleriyle kavgasında çıkar amaçlı değil, doğruluğa ve dünyanın egemen ilkelerinin tartışılmazlığına olan fanatik inançla hareket etmesi anlamına gelen amatörlük ilkelerini çiğnememesi talebi haline gelir. Bu nedenle Coubertin en yüksek dini eylem olarak katılımcıların dürüstçe dövüşeceklerine dair “yemin ettikleri” “Olimpiyat yemininde” (serment olimpique) ısrar eder. Boulongne bu konuda şöyle der: “Her din dogmaların bilgisini ve gizemin derinleşmesini içerdiği için Coubertin Olimpizm pedagojisini Olimpik felsefenin ve uygulamasının başlangıcı olarak alır: katılımcıların ettikleri yemin bu durumda kutsal olana ilişkin törenlerden birini temsil eder.” (18) Yeminleri Tanrı’ya (doğaüstü güçlere) ya da insanlara değil, kapitalizmin görünmez ve egemen ruhuna yöneliktir. Olimpiyat Oyunları o ruhun “saflığını” ve yok edilemez gücünü göstermeye hizmet ederken sporcular onun cisimleşmesidir ve bu nedenle de kapitalizmin özgün “idolleridir”. Yaptıkları her şey egemen düzenin kişileştirilmesi olan askerlerin resmi geçitteki davranışlarına benzer olarak sembolik bir karakter kazanır. Davranışın katı şablonunu kırmak egemen gücün tartışılmaz otoritesini tehlikeye atmak anlamına gelir.

Coubertin’in hümanizmi yalnız Helenik kültüre değil, Jesuitizme de dayanır. Karl Kautsky’nin yaptığı Jesuitizm ile hümanizm arasındaki ilişkinin analizi Coubertin’in hümanizminin doğasını anlamak için bir olasılık sunar: “Jesuitizm akılca daha aşağı seviyede, bağımsız düşüncelerden mahrum, katı bir şekilde düzenlenmiş, Hıristiyan Kilisesine hizmet için hümanizme mecbur kalmış bir hümanizmdir.  Jesuitizm ile hümanizmin arasındaki fark Hıristiyanlığın İmparatorluk ve Neo-Platonizm zamanlarındaki farklılığına denk gelir. Jesuitizm 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar topluma egemen olan esaslarda önceki feodal temeline ters olarak modernleştirilmiş ve yerleştirilmiş hümanizmi Katolik Kilisesi’nin benimseme biçimidir. Jesuitizm yeniden düzenlenmiş Katolik Kilisesinin en zalim gücü haline gelmiştir çünkü yeni ekonomik ve politik şartlara çok uygundur. Jesuitizm hümanizm tarafından kullanılmış silahların aynılarını kullanmıştır: sınıfsal eğitimin üstünlüğü, egemenler üzerinde etki, parasal güçlerin göz önünde tutulması. Tıpkı hümanistler gibi Jesuitler mutlak gücü desteklemişlerdir, fakat yalnızca kendileri için çalışan egemenleri. Tıpkı hümanistler gibi onlara uymayan egemeni ortadan kaldırmak zorunda kalırlarsa bunun monarşist ilişkileriyle çelişkili olduğunu düşünmemişlerdir. Ne var ki, para söz konusu olduğunda Jesuitler hümanistlerden daha ileri gitmişlerdir. Yeni bir üretim yolunun çıkarlarını savunmakla kalmamış, onu kendi hizmetlerine koymuşlardır. Jesuitler dünyanın her yerinde ofisleri olan en büyük Avrupalı ticaret şirketi haline gelmişlerdir. Bir misyonerin ticari temsilci olarak da kullanılabileceğini fark eden ilk onlar olmuştur, denizaşırı ülkelerde kapitalist endüstriyel girişimleri, örneğin şeker fabrikalarını organize eden ilk onlardır. (19) Coubertin’de de baskın fanatizm dinî değil kazançlı ve pragmatiktir. Orijinal Olimpik düşüncesinin en önemli ilkelerinden biri şöyledir: “Artık dünyaya egemen olan barış ve bilgelik Tanrıçası Minerva değil, girişim, hareket ve ticaret Tanrısı Merkür’dür.” (20) Coubertin “gerçeklere dayalı” kör bir saygıda ısrar etmek yerine “hümanizm” aracılığıyla Olimpizm’e değerlendirilen meşruluğu vermeye çalışır. Bu yolla Coubertin “doğru” ve “yanlış” Olimpizm’i ayırt etme olasılığını açar. Olimpizm’i “mevcut dünyanın inancı” olmaya indirgemesine rağmen Coubertin Olimpik kariyeri boyunca belirli bir (pozitivist) felsefi kavram ve onun gerçekleşmesi çabalarından (pozitif toplum) ortaya çıkan bir Olimpiyat Oyunları modelinin bakış açısından yalnızca kapitalist toplumun kaderini izleyen Olimpiyat Oyunları gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bırakılmıştır. Arzulanan dünyanın hayali ve bu bağlamda değerlendiren bir apriorizm Coubertin’in Olimpizminin sessiz başlangıç noktasıdır. Buna ek olarak Coubertin’in hümanizmi Olimpik “pasifizm”e verilen rolün aynısına sahiptir: gerçek bir hümanizm için verilen kavga alanını propagandacı bir şekilde kapatmak ve kendini insanoğlunun gerçek hümanist özlemlerinin cisimleşmesi olarak göstermek. Olimpik barbarlığın gerçek doğasını gizleyip insanların beğenisini kazanmak için kullanılan “barış”, “uluslar arası dayanışma” ve bunun gibi ifadeler bize Coubertin’in insanların gerçek özlemlerinin farkında olduğunu gösterir ve bu ifadeler onun Olimpik doktrininin negatif başlangıç noktası olurlar. Fransız Devrimi’nin temel ilkeleriyle savaş işte bu nedenle Coubertin’in politik pratiğinin ana amaçlarından biridir: özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olmadan gerçek bir hümanizm olamaz.  “Hümanizmin politik bir ideal olması” (Mihailo Ðuriæ) yerine Coubertin hümanist cümlelerde saklanmış “yeni” barbarlığı en yüksek politik ideal olarak sunar.  Burjuva “seçkinlerin” “çalışan kitleler”, “aşağı ırklar” ve kadın üzerindeki kontrolsüz zorbalığı Coubertin’in (pozitif) hümanizminin temelidir.

Olimpik Dogmatikler

O

Coubertin “Grek dini kitapları olmayan bir dindir”, ancak dinsel yaşam bilğileri yürekten öğrenilir diyen Albert Thibaudet’in sözlerinden alıntı yapar (12) ve bu modern Olimpik paganizminin “altın kuralı” haline gelir. “Tanrı’nın sözünün” bilgisi, onun yinelenmesi, derinden düşünülmesi ve deneyimini değil, başkalarının üzerinde zafer kazanma savaşı ve “kendi üzerinde zafer kazanma” (“mükemmelleşmenin” temeli olarak “daha fazla çaba gösterme” ilkesi) Olimpik incilin temeli ve dinsel ayini gerçekleştirmenin ana yolu haline gelir. Sürekli bir hayatta kalma mücadelesine indirgenen yaşamın kendisi (pozitif) bir dinsel ruhun ve insanüstü güçlere hizmetin kaynağı olurken Olimpizm bu inancın binası haline gelir. Antik Olimpizm’e benzer olarak Modern Olimpizm insanın derin düşünce ve meditasyon yoluyla değil, günlük yarış aktivizmiyle hizmet ettiği geniş kapsamlı bir ruhsal güç olmaya çalışır. İnsana mevcut dünyayla (eleştirel-değişken) bir ilişki kurma ve yaşamın amacı sorusunu sorma olasılığını sunan ana hatlar yoktur. İnsanlar, uluslar ve ırklar arasında güneşin altında bir alanda yapılan sürekli bir mücadele Olimpik dindarlığın esasıdır. Modern (küçük) burjuvalar, Homeros’un kahramanları gibi tanrıları çağırmak için vaaz vermezler, egemenlik için acımasız mücadelelerinde vaaz verirler. Bu bağlamda Olimpiyat Oyunları kurulu dünyanın (el değmemiş şekilde) ana yaşam ilkelerinin idealize edilmiş ifade edilişleri olarak ortaya çıkar. Onlar “sonsuz” Olimpik ideallerine olan inancı tazelemek ve yaşama gücünün durduğu yerden devam etmesi için gerekli olan “ahlaki gücü” sağlamak için tasarlanan bir “gençlik festivalidir” (Coubertin).  Coubertin işte bu nedenle hiçbir şekilde ara verilmemesi gereken Olimpiyat Oyunları’nın “kutsal ritmine” bu kadar önem vermektedir. Hıristiyanların “Önce Söz vardı” ve Goethe’nin “Önce Eylem vardı” (“Im Anfang war die Tat”) savlarının aksine Coubertin’de insan toplumunun gelişiminde bir başlangıç yoktur, gelişimi – kapitalizmin egemen ruhu tarafından “süper-şekillenen” – evrim yasalarına bağlı olan hayvan dünyasının devamı vardır. Bu Sosyal Darwinist bellum omnium contra omnes (herkesin herkese karşı savaşı (ç.n.)) ilkesi ve ilerlemeci citius, altius, fortius ilkesinde ifade edilen egemen yaşam mantığını gözü kapalı takip eden bir aktivizmdir. Bu açıdan, Coubertin’in religio athletae’si (atlet dini (ç.n.)) sporcuların yalnızca kapitalizmin egemen ruhuna tamamen boyun eğmelerini değil, aynı zamanda o ruhun sembolik bir cisimleşmesi olarak sahip oldukları role tamamen alışkın olmalarını içerir. Fiziksel görünümleri ve hareketlerinden tüm varlıklarıyla egemen ruhla onun yenilenmiş güç ve yıkılmazlığını layıkıyla açığa vurabilmek adına birlik içinde oldukları açıktır. Coubertin Hıristiyan dogmatizmiyle mücadele görünüşü altında insan davranışının temeli olan akılla ve onun değerlendirilmesi kriteriyle uğraşır ve hayvan dünyasında hüküm süren yasaları en yüksek ve tartışılmaz dogma olarak öne sürer. Saldırılan şey insanı Tanrı’ya ve öbür dünyadaki “gerçek” yaşama yönlendiren dinsel bilinçle birlikte insan bakış açısıyla bu süreçleri sorgulayan ve onları gerçek insan erdemlerinin “kontrolü altına” yerleştirmeye çalışan düşüncedir. Dinsel dogmatiklerle ve kuramsal akılla savaşma biçiminde mevcut dünyaya kritik bir uzaklık kurmak için evrensel bir kriter oluşturmak ve geleceğin idealini yaratmakla uğraşılır. “Kuramsal” ve “düşünsel” adam yerine “pratik” ve “faydacı” adam konmuştur.

Coubertin dinsel dogmatikleri reddetmesine rağmen bol bol Olimpik “emirler” verir ve bunlar özgün Olimpik İncil haline gelirler: “Waterloo’daki savaş Eton’un spor alanlarında kazanılmıştır”, “silahlar genç bir adamı bir yetişkin haline getirir”, “spor sömürgeleşmede akıllıca ve etkili bir araçtır”, “beyaz ırk en saf, en akıllı ve en güçlü ırktır”, “kardeşlik melekler içindir, insanlar için değil”, “güçlü olanlar hayatta kalır, zayıf olanlar yok edilir”, “eşitsizlik ona karşı savaşmanın faydasız olduğu en eski yasadır”, “duygulardan çok mantığıyla hareket eden kadın yalnızca anormal değil, korkunç bir yaratıktır”, “karakteri oluşturan ruh değil, bedendir”, “kaslı vücutta savaşçı ruh” (mens fervida in corpore lacertoso) vs.

Coubertin’de iyi ve kötü yoktur, bu da ahlaki düşüncenin olmadığı anlamına gelir. Yalnızca eylemleri için (kişisel) sorumluluğundan kurtulması için insan eskilerin kibir ve Hıristiyan günahından serbest bırakılmıştır, Coubertin’de Sokrates’in daimenion’u ya da bilinci yoktur.  Buna ek olarak Tanrı’yı bir kaçınılmaz güç olmaktan çıkaran Coubertin insanın eylemlerinin sorumluluğunu onun üzerine aktarması ve sadık hizmeti ve pişmanlıkları nedeniyle “hatalarının bağışlanması” ve böylece (kötü) hareketlerini telafi etmek için ona yakarmak olasılığından mahrum etmiştir.  Modern Olimpizm insanın yaşayan dünyanın evrim yasalarıyla belirlenen yaşam mantığını yalnızca “kendiliğinden” izleyen ve “ilerleme” biçiminde ortaya çıkan eylemleri için herhangi bir (kişisel) sorumluluktan kurtardığı için hata yapma olasılığını elinden alır.  Bu mantığı sorgulayanlara Coubertin tarafından Kilise’nin “günahkârlara” değil, “Hıristiyanlık karşıtlarına” davrandığı gibi davranılır. Aynı zamanda Olimpik giysiyi üzerine geçiren insanlığın en büyük kasapları (Olimpik) melekler haline gelirler.  Coubertin asileri cehennemle tehdit etmediği gibi, Cennet biçiminde bir ödül de vaat etmez: hayatta kalmak için acımasız bir mücadeleye indirgenen yaşamın kendisi kimilerini (“güçlüleri”) ödüllendirir ve diğerlerini (“güçsüzleri”) cezalandırır. İnsanın her gün katlandığı haksızlık kötülük değildir, ama kaçınılamaz bir şeydir ve doğal düzende oluşmuştur, bu nedenle onun ahlaki (insancıl) gerekçelerini sorgulamak faydasızdır (ve bu nedenle anlamsızdır). Zenginin “merhameti” “toplumsal adalet”in peşinde olmaktan ortaya çıkmaz, fakat işçilerin boyun eğdirilmesinin katışıksız güçle sağlanamadığı, sınıf güçleri arasındaki ilişkilerin mecbur ettiği durumlarda işçilerin tatminsizliğini yatıştırmak ve “toplumsal barışı” kurmanın politik bir aracıdır.  Coubertin’in “iyi savaşmak” ilkesi söz konusu olduğunda bu yaşam için savaşma ve egemen düzen için savaşmanın birleşmesini temsil eder ve evrensel kurallar üzerinde kurulu değildir: “iyinin” etik değil, faydacı bir karakteri vardır. Irksal saflığın korunması, egemen düzenin ve sömürgeci genişlemenin istikrarlı gelişiminin sağlanmasının savaşı egemen sınıfın üyelerinin en büyük görevini gösterir.  Onlar ne Tanrı’ya, ne de insanlara karşı sorumlu değildir, “ilerlemeye” karşı sorumludurlar.

Modern Olimpik paganizmin doğasını gösteren ana belgelerden biri Fransız dergisi “L’Auto”da 4 Eylül 1936’da Nazi Olimpiyat Oyunları nedeniyle Coubertin’le yapılan röportajdır:  “Teknik açıdan Berlin Olimpiyat Oyunları’nın bütünüyle bir başarı olduğu açıklandı. Buna cevap olarak benim için yeterli olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu bir açıklama sağlamaz. Tabii ki Oyunlar’ın baskın unsuru spor tarafı olmalıdır, ama ben Oyunlar’ın onların sahip olması gereken anlamı verebilecek tutku unsuru olmadan düzenlenmesi gerektiğini düşünmüyorum. Ben her zaman bu tutkulu coşkunluğun peşinden koştum, onu arzuladım, bütün güçlerimle onu çağırdım. Rekabete dayalı spor kendi içinde katı ve esnemez kurallara uyabilecek sıradan bir şey değildir. Şunu anlamalıyız ki Olimpiyat Oyunları yalnız sert ve vahşi yaratıklara uygun olan sert, vahşi bir kavgadır. Onları tutkusuz ve aşırılıksız konformist bir güçsüzlük ortamıyla çevrelemek, onları saptırmak, olağanüstülükten mahrum etmek anlamına gelir. Kadınlar ve genç insanların katılımına izin verilen genel olarak güçsüzlerin Oyunları’ndan bahsetmiyorum. Onlar için başka bir spor şekli, onlara sağlık verecek fiziksel eğitim vardır. Fakat Oyunlar için, benim Oyunlarım için, ne olursa olsun uzun, tutkulu bir haykırış istiyorum. Berlin’de yargılaması bize düşmeyen, fakat hep aradığım tutkulu isteği barındıran bir düşünce için savaştılar. Öte yandan teknik taraf gerekli dikkatle düzenlenmişti ve Almanlar haksızlıkla atfedilemezler. XI. Olimpiyatların kutlanmasını reddetmemi bu koşullar altında nasıl beklersiniz? Ayrıca Nazi rejiminin şenliği onların muazzam gelişimini sağlayan duygusal bir şok oldu.” (13) “Tutkulu coşkunluk”, yalnızca “sert yaratıklara” uygun “sert kavga”, “aşırılık”, “uzun, tutkulu bir haykırış” – bütün bunlar Olimpik dindarlığın amacının Coubertin’in burjuvazisinin hayvan doğasını açığa çıkarmak olduğunu gösterir. Bu, efendi ırkın dünyayı ele geçirme teşebbüslerini durdurmaya çalışan uygarlık normlarıyla baş etmeye uğraşan açık bir “güç arzusu” olarak ortaya çıkan “uygarlaşmış” bir formdaki özgün bir “vahşi doğanın çağrısı”dır. Bu metinde Coubertin kendisinin orijinal Olimpik amacını açığa vurmuştur. Sıradan insanlara uygulanan kurallar dünyayı ele geçirmek için acele eden burjuvaya uygulanamaz: o her türlü sorumluluktan kurtulmuştur. Aynı zamanda antik dünyanın “kahraman insanı” ve Homeros insanını belirleyen özelliklerden mahrum edilmiştir: Eros, duygular,  fedakârlığa hazır olmak ve pişmanlık duymak, güçsüzleri korumak, çocuksu neşe… Coubertin’in “yeni insanının” ana özelliği olan doymak bilmez açgözlülük insanda insancıl olan her şeyi yok etmiştir. İnsanlığı insancıllığın “kalıntıları”ndan temizlemek Coubertin’in “faydacı pedagojisinin” en önemli görevlerinden biridir.

Modern Olimpizm’in önünde diz çöktüğü şey ne Hıristiyan Tanrısı ne de Olimpik tanrılardır, yalnızca tekelci kapitalizmin yayılmacı gücüdür. Bu Coubertin’in Olimpik misyonu için aldığı gücün kaynağı ve onun “yenilenmesinin” başarısının dayanağıdır. Coubertin’in Arnold’un Rugby’deki mezarına yaptığı ziyaret sembolik bir anlam taşır: bu Coubertin’e göre yaratıcısı Arnold olan Viktoryan İngilteresinin sömürgeci gücüne yapılan bir hacdır. Bunu Coubertin şu şekilde anlatıyor: “Alacakaranlıkta, Rugby’deki büyük gotik kilisede yalnız başıma, gözlerim Thomas Arnold’un büyük adının yazılı olduğu, mezar yazıtı bulunmayan cenaze levhasına dikilmişken önümde İngiliz İmparatorluğu’nun mihenk taşını gördüğümü hayal ettim.” (14) Kapitalizmin ele geçirici (zalim) gücü Coubertin’in dini heyecanının gerçek kaynağıdır. Coubertin’in Olimpik dindarlığının düğüm noktası en iyi onun fanatik bir Hıristiyanın Tanrı’ya haykırışına karşılık gelen orijinal “Rebronzer la France!” (“Fransa’nın sömürgeci görkemini geri verin!” (ç.n.)) Olimpik çağrısında açığa vurulur. Avrupa burjuvazisinde vücut bulan “efendi ırkın” dünyayı ele geçirme rüyası Coubertin’in yaşamının sonuna kadar değer verdiği, gerçekleşmesini “kutsal” Olimpik “mızrakı” (Diem) ellerine devrettiği Nazilere miras bıraktığı “vizyondur”.

Olimpizm ve Hıristiyanlık

O

Modern Olimpizm Saint-Simon tarafından savunulduğu gibi  “yeni Hıristiyanlığı” değil (2), yeni paganizmi yaratmak için bir girişimdir: Helen uygarlığı, Olimpizm’in (idealize edilmiş ve çarpıtılmış) ruhsal temeli ve kaynağıdır. Coubertin, Olimpizm,i, tamamıyla insanı ruhani yörüngeye entegre eden ve onun mevcut dünyayla eleştirel-değişken ilişki kurma olasılığını ortadan kaldıran, antik paganizme benzeyen bir dine dönüştürmek ister. Olimpiyat Oyunları mevcut dünya kültlerinin yaratılmasına ve büyülenmesine adanmış aşkın dinsel bir seromoni haline gelir ki bu da olimpiyatların temel ilkesidir.

Coubertin Hıristiyanlıkla tatmin olmaz çünkü o (insanın “Tanrı’nın varlığı olması”, “daha iyi bir dünya”, “eşitlik”, “kardeşlik” gibi fikirleriyle….) kapitalist düzenin ana direkleri olan Sosyal Darwinist doktrin ve ilerleme ruha aykırılık gösterir. Daha da önemlisi, Hıristiyanlık, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarında Avrupa’yı sarsan devrimleri, ayaklanmaları, isyanları önlemede, özellikle de giderek çoğalan, örgütlenen ve politik olarak bilinçlenen, yasal yollarla güç iddia etme hakkını kazanan proletaryayı, kontrol edip, bastırmakta, yeterince etkili olamamıştı. Bu nedenle, “yeni ruha”, sivil toplumun aydınlanma mirası olan eleştirel-değişken bilince ve gelecek düşüncesine uyğun, toplumu birleştirip işçileri kurulu düzenle kaynaştırma yeteneğine sahip, daha etkili bir dine ihtiyaç vardı. Coubertin ilahi gökyüzünü ortadan kaldırır ve kapitalizmin ilerlemeci ve yayılmacı ruhuna uyğun bir doğal düzeni seçer. Var olan düzende ne bir ilahi karekter bulunur, ne de ilahi emir gerçekleşir, fakat hayvan dünyasının yönettiği (akılsız, manevi olmayan, ahlaksız, estetik olmayan) doğa yasalarının sonucudur. “İlahi” ve “metafizik” dünyalar pozitif bir dünya tarafından “yenilgiye uğrar”.

Bir pagan olan Coubertin kendisi için Olimpizm’in yalnız Hıristiyanlıktan değil, diğer tüm (Coubertin’e göre “aşağı ırklar”ın dinleri olarak Hıristiyanlık seviyesinden aşağı olan) (“etnik”) dinlerden  “üstün olduğunu” saklamaya çalışmaz, geleneksel dinlerle ve ulusal kültürlerle ve dünyanın manevi sömürgeleştirilmesine temas ederek: Katolik Kilisesi’nin başaramadığı şeyi başarmaya çalışır. Coubertin’in doktrinine göre Olimpiyat Oyunları geleneksel dini bayramların yerine geçerek, modern dünyanın en yüksek dinsel töreni olmalıdır. Bu anlamda Olimpiyat Oyunları’nın “kutsal ritmi” diğer tüm küresel gösterileri belirleyerek, tartışılmaz bir manevi rehber haline gelir: Olimpik takvim Hıristiyan takviminin rolünü üstlenirken, Olimpiyat Oyunları kapitalist zamanın devamını ve sınırlarını göstermenin ana formu haline gelir. Olimpiyat Oyunları Hıristiyan Paskalyası’na benzer, fakat Hıristiyanlığın ruhani gücünü yenileme ve Tanrı’ya inancı güçlendirmeyi değil, kapitalizmin yaşam gücünü canlandırıp mevcut dünyaya olan inancı güçlendirmeyi temsil eder: Olimpiyat Oyunları kapitalist Paskalya’dır.

Coubertin ekümenizmi reddeder, fakat (Jesuit tipi (Ignatius Loyola tarafından kurulan, 1540 yılında kabul edilen, “İsa Toplumu” adı altındaki bir din düzeni (ç.n.)) Hıristiyan “misyonerliği”nin çıktığı) Hıristiyan (Katolik) üniversalizmini kabul eder ve buradan yola çıkarak, Olimpizm’i kapitalist-emperyalist bir ideoloji olarak kurar. (3)  Burjuva “kozmopolitizmi” ve “hümanizmi” Olimpizm’i “evrensel din” yapan niteliklerdir. Hıristiyanlığın aksine Olimpizm mevcut dünyayla eleştirel değil, idolleştirici bir ilişki kurar. Coubertin ilahi gökyüzünü yerle bir etmesi yalnızca kapitalizmi Olimpizm yoluyla tanrılaştırmak içindir. “Spora Övgüsü” modern Olimpizm’in gerçek doğasını gösterir. Coubertin her satırın başında spordan saygı dolu bir hayranlıkla bahseder: “Spora Övgü” özgün bir “Te Deum” haline gelir. (4) Spor, kapitalizmi vareden ilkelerle “pure” bir formda boy gösterdiği kadar, Üstün Varoluş ve mukadderatı belirleyen bir güç haline de gelir.  Coubertin’nin Olimpizm’i “mevcut dünyanın kültü” olarak tekrar tekrar vurgulaması boşuna değildir ve bunlar hegomonya ilişkileri için gerekli olan dinsel duyğuların yaratılmasıdır, bunlar Olimpiyat Oyunları’nda mitolojik bir formda ortaya çıkarlar, “faydacı pedagojinin” en önemli amacını temsil ederler. Stadyuma gitmek kiliseye gitmenin, fiziksel egzersizler ile spor karşılaşmaları sofu yaşamın ve Hıristiyan duaların yerini alarak mevcut dünya kültlerinin oluşmasına ithaf edilen bir tören/ritüel haline gelir. Compte’nin “pozitivist usul ve ayinleri” (Windelband) ve “Batı Komitesinin” fikirleri rehberliğinde pozitivist felsefeyi yeni bir “dünya dini”ne dönüştürecek olan Coubertin, Olimpic ruhban sınıfına ait yeni bir Kilise, yeni dogma, mit ve kült kurmaya çalışır. Bu noktada Coubertin’in söyledikleri şunlardır: “Benim için spor kendi Kilisesi, dogmaları ve inancıyla fakat özellikle kendi dini duygularıyla bir dini temsil eder”. (5)  IOC (International Olympic Committee – Uluslar arası Olimpiyat Komitesi (ç.n.)) konuşmaları şöyle sonlanır: “Biz kendimize asker topluyoruz ve emirlerimiz de sınırlı değil. (…) Spor derneklerinin ayrıcalıklarını ihlal etmiyoruz, biz teknik politika kurulu değiliz. Biz basitçe Olimpik düşüncenin “emanetçileriyiz”.” (6) Coubertin Olimpizm’i Modern Çağ’ın en yüksek ve tek gerçek dini, kendisini de modern Olimpik paganizminin başrahibi, en sadık takipçilerinin onu adlandırdığı gibi “ilahi baron” olarak ilan etmiştir. Coubertin Olimpiyat Oyunları’nın dünyanın yeni ruhani merkezi, yeni Vatikan olmasını istemiştir. Olimpiyat Oyunları’ndan egemen sınıfın politik bütünleşmesinin geleneksel ve kurumlaştırılmış şekli ve işçi “kitlelerin” üzerindeki manevi egemenlik aracı olarak otoritesini korumaya çalışan bir “Kilise” (aslında Olimpik paganizminin ruhuna uygun olarak “tapınak” terimi daha uygun olur) gibi bahseder.

Modern Olimpiyat Oyunları, Oyunların her zaman düzenlendiği (antik Olympia gibi) belirli bir “kutsal alan”a bağlı değildir. IOC’den “Olimpik papazlar”ın Olimpiyat Oyunları için seçtiği herhangi bir yer, Oyunlar orada düzenleneceği için “kutsal alan” haline gelir. Alanın “kutsallığı” Olimpiyat Oyunları’nın “kutsallığı”ndan ortaya çıkar, bu da orada Olimpiyat Oyunları süresince insanüstü ve tarih üstü Olimpiyat ruhunun egemen olduğu anlamına gelir. Sözde “Olimpik barış” ise uluslar ve ırkların “en iyi” temsilcilerinin, egemen ruhun “adil dövüş” aracılığıyla bulunduğu, önünde eğildikleri bu en yüksek dinsel seremoniyi hiçbir dünyevi şeyin bozmaması gerektiği anlamına gelir. Oyunlar’ın düzenlendiği yerin sürekli değişmesi, modern Olimpik paganizmin sadece dinamizmini gösterme yolu değil, aynı zamanda Olimpiyat dinini dünyanın her yerine “yayma” çabasının ifadesidir. Ne var ki, Olimpiyat Oyunları Olimpiyat gösterileriyle bir “gezici sirk” olarak tasarlanmamıştır. Coubertin için ev sahibi ülkede dört yıl süren Oyunlara hazırlık dönemi çok büyük önem taşır. Coubertin, oyunların hazırlık sürecine insanların aktif katılımasıyla, Olimpiyat dininin onların yalnızca bilincine yerleşmekle kalmayıp içlerine işlediğini bilir. Bu nedenle Berlin Olimpiyat Oyunları onu çok heyecanlandırmıştır, Naziler olimpiyat hazırlıklarını en geniş toplumsal katmanlara yaymayı başarmış ve insanları Olimpik inancın destekleyicileri haline getirerek “kazanmışlardır”. Egemen “seçkinler” tarafından önlerine konulan sonuç odaklı başarı aracılığıyla, kitlelerin fanatikleştirilmesi aracılığıyla ve eleştirel aklın yok edilmesi aracılığıyla, kitlelerin mobilize edilmesi, Olimpizm’in köşe taşlarından birisidir. Aynı zamanda Olimpiyatlara ulusları (ırkları) adına katılanlar “kutsal” Olimpik savaş alanında savaşan insanlığın “seçkinleri” iken, dünyaya egemen ruh adına yapılan haca benzeyen Olimpiyat Oyunları’na gitmek, dünyaya egemen gücün merhametini kazanmak için koşulsuz bir boyun eğme anlamına da gelir.

Hıristiyan doktrinine göre Tanrı insanı inorganik doğadan yaratmış ve ruh biçiminde ona hayat vermiştir. Bu dünyadaki yaşamın amacı ruhu bedenin “hapishanesinden” kurtararak onu sonsuzluğa yükseltmektir. Bu nedenle Hıristiyanlıkta bedenin mezara olan gidişi ruhun Tanrı’ya olan gidişi kadar baskındır: “Çünkü bedene tohumu koyan bedenden ölüm ödülünü alacaktır; fakat Ruh’a tohumu koyan Ruh’tan sonsuz yaşamın ödülünü alacaktır.” (7) Coubertin ruhu ortadan kaldırmış ve böylece kaslı vücuttan insanın mevcut dünyayla bozulamaz ilişkisini oluşturmak amacıyla, insanın Tanrı’yla olan ilişkisini bozmuştur. Nietzsche’de olduğu gibi, Coubertin’de de bedeni küçümsemek dünyevi yaşamı küçümsemek anlamına gelir. Hıristiyan “bedeni küçümseyenlere” karşıt olarak, bedende insanın “özgünlüğünün” kaynağını ve temel koşulunu gören Nietzsche’nin aksine (8) Coubertin Hıristiyanların ruhta gördüklerini bedende görür: insanın özgünlüğünün ortadan kaldırılması ve mevcut (tanrılaştırılmış) dünyaya tam uyumu için bir araç olarak bedeni görür. Coubertin için insan bu gezegende geçici değildir, sonsuzluğa tanrıda ulaşır, organik doğanın devamı ve onda tekamül eden en yüksek formdur ve bu nedenle de hayvan dünyasına egemen yasalar dünyanın en yüksek yaratıcı ve etkili gücüyken onun tamamlayıcı parçasıdır.

Coubertin’in kavramı yalnızca Platon’un beden ve ruhun ilişkisiyle ilgili kavramıyla radikal şekilde uğraşmakla kalmaz, aynı zamanda bedeni “ruhun hapishanesi” olarak gören orijinal Hıristiyan bakışının “yumuşak” bir versiyonunu temsil eden “cura del corpo si, culto del corpo no” (“bedenin iyileştirilmesine evet, beden inancına hayır” (ç.n.)) Katolik özdeyişi ile de uğraşır. Kaslı bir vücut ve fiziksel güç inancını kurmaya çalışan Coubertin “mens sana in corpore sano” (“sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” (ç.n.)) özdeyişini reddeder ve pozitif insanın yaratılışında en önemli başlangıç noktalarından birini oluşturan yeni bir ilke yaratır: “mens fervida in corpore lacertoso” (“coşkulu ruh kaslı vücutta bulunur” (ç.n.)). Bedenle olan bu farklı ilişki yaşamla farklı bir ilişkiyi gösterir: kaslı bir beden inancı dünyevi yaşam inancını yaratmaya hizmet eder. Coubertin şöyle der: “Bir heykeltıraşın heykeli yontması gibi antik dünyanın atleti de kendi vücudunu egzersizle yontarak “Tanrıları onurlandırıyordu”. Modern atlet aynısını yaparak kendi ülkesini, ırkını, bayrağını yüceltmektedir.” (9) Coubertin’de savaşçı bir gayretteki kaslı vücut, bir Hıristiyan için bir keşişin göğe çevrilmiş istekli bakışlarıyla aynı öneme sahip olur.

Coubertin’nin Hıristiyanlıkla olan ilişkisi Hıristiyanlığı paganlaştıran Arnold aracılığıyla tarif eder. Arnold “düzeni” güçsüz olanın güçlü olana merhametsiz boyun eğmesi aracılığıyla sağladığı okulda, sporu “uygarlaşmış” bir hayvanat bahçesi oluşturmak amacıyla kullanmaya çalışmıştır. Coubertin’e göre bu, (burjuva) çocukların hazırlandığı yaşama karşılık gelecek şekilde gençlerin “ahlaksal mükemmelleşmesinin” en yüksek biçimidir. Arnold, spordan kapitalist toplumun doğasına karşılık düşen karakterde “kaslı” bir vücut inancı yarattı, fakat onun üzerine Hıristiyan maneviyatını yerleştirmeye de çalıştı. Coubertin “efendi ırkın” dünyayı ele geçirme girişiminde bir engel oluşturacak her şeyi redettiği gibi, Hıristiyan “alçakgönüllülüğünü” reddeder: “kaslı Hıristiyanlardan” geriye kalan tek şey kaslar ve Coubertin’in “ilerlemenin” itici gücü olarak açıkladığı doymak bilmez açgözlülüktür.

Bedenin ruha boyun eğdiği beden ve ruh arasındaki katı ikiliğin kuruluşu modern Olimpizm’in ve Hıristiyanlığın en önemli ortak özelliklerinden birini gösterir. Bu bağlamda her iki ideoloji de bedeni kullanır ve onu “aşkın” hedefleri gerçekleştirme aracı olarak görür. Hıristiyanlıkta beden “Tanrı’nın isteğini” gerçekleştirmek için bir araçken, Coubertin’in doktrininde kapitalizmin stratejik çıkarlarını gerçekleştirmeyi temsil eder.  Coubertin insanın “hayvan doğasında” ısrar edip evrim yasalarına dayandığı halde “faydacı pedagojisiyle” insanın doğal varlığıyla uğraşır ve böylece onun doğayla olan ilişkisini koparır. Coubertin insanı doğallıktan mahrum etmiş ve onu öyle bir noktaya kadar alet etmiştir ki insan vücuduyla ilişkisi Descartes’in fizikselin mekanik felsefesinde formüle ettiği ilişkiye benzer hale gelir, fakat Coubertin’de bu Jesuitizm’in mazoşist ruhu ve kapitalist ilerlemeciliğin yok edici ruhunun vasıtasıyla olur. Hıristiyanlığın bedensel (doğal) işlevlerin kısıtlanması ve tüketilmesine yol açan meditatif aktivizminin aksine (citius, altius, fortius (“daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü” (ç.n.)) özdeyişine uygun olarak mutlaklaştırılmış “daha büyük çaba” ilkesine dayanan) spor aktivizmi çılgınca bir kas gücü çabasına ve bundan dolayı da insanın tinsellik ve entelektüelliği kadar doğal varlığının bastırılmasına, bozulup hasar görmesine yol açar.

Modern Olimpizm başka açılardan Hıristiyanlığa benzer. Her şeyden önce de anti-özgürlükçü karakterleri benzerlik gösterir. Olimpizm’in mevcut dünyaya “uzlaştırmacı” yaklaşımı ve insanın özgürlükçü şerefini tahribatı temelde ezilenlerden, efendilerine koşulsuz boyun eğmeleri ve haksızlığa itaatkâr bir şekilde katlanmayı beklemesi Hıristiyan talebine uygun düşer. Havari Paul’ün Timothy’ye yazdığı mektupta bu tutumu açıkça gösterir: “Kul olanların tümü efendilerine boyunduruk altında şeref versin…” (10) Bu iki doktrin arasındaki esas benzerlik insanın özgür vatandaşlığını (ve bundan dolayı sivil toplumun) ortadan kaldırılması ve varolmasını, mutlaklaştırılmış egemen gücün elinde nesne olmaya indirgenmesidir. Ayrıca, eleştirel mantıkla savaş ve insandan bağımsızlaştırılan manevi otoritenin tartışılmaz hale getirilmesi ve boyun eğmek (“kafalardaki kontrol”ün kurulması) vardır. İnsanın oyuncu doğasının (Eros, yaratıcı kendiliğinden davranış) bastırılması ve tahrip edilmesi modern Olimpik paganizm ve Hıristiyanlık arasında başka bir ortak özelliği gösterir. Ayrıca, insan dünyanın yaratıcısı değil,  özneliğinin ve olasılık kategorisinin yok edildiği anlamına gelecek şekilde “yazgının” (Tanrı’nın ve doğa yasalarının) oyuncağıdır. Hıristiyanlık ve Olimpizm’in diğer bir ortak noktası ataerkil düzenin tartışılmaz karakteri üzerindeki ısrarları ve kadınların kuluçka makinesine indirgenmesidir. Çalışmanın küçümsenmesi de iki doktrinin özelliğidir. Hıristiyanlık için çalışmak insanların alın yazısındaki lanettir (“Didinirken yaşamlarınızın bütün günlerini yiyeceksiniz”) ve işçiler de buna göre lanetlenmiştir. Malların üretimi onlara el konulmasından ayrılmıştır. Çalışan “kitleler” üzerinden yapılan parazitlik ve yağmacılık güçlünün “kutsal” ve “doğal hakkı” haline gelir. Dualarında insanlar kendi elleriyle yaptıkları halde “günlük ekmekleri” için Tanrı’ya teşekkür eder. Coubertin’de de aynı görüş vardır: “İnsan ırkı her zaman kendini yönetenlerden geçim kadar eğlence de istemiştir.” (11) Ailesinden kalan, yüzyıllarca Fransız köylülerden çalınarak biriktirilen 500,000 altın Fransız franka sahip bir aristokrat olan Coubertin’in iddia ettiği budur. Hıristiyanlıktaki çilekeşlik de “spor ruhuna” yakındır. En çok acı çekenin cennetin kapısından geçerken daha avantajlı olması “gerçek” Hıristiyanlar arasında acı çekme konusunda bir yarışı söz konusu yapar. Bu nedenle acı çekme konusunda rekor sahibi olan en büyük, “işkence çekerek ölmek” inananların en yüksek hedefidir. Ne var ki ticari mantıkla hareket eden bir Hıristiyan “sonsuz mutluluk” şeklindeki ödülünü almayı umarak haksızlığa itaatkâr bir şekilde katlanmaya hazırken –bu dünyevi hayat ona karşılaştırılamaz derecede yüksek bir kârı sağlayacak bir işkence direği haline gelir – Coubertin, bazı insanların (“efendi ırkın”) “mutluluğu” “güçsüzleri” sadistçe ezmede bulduğu, bazılarının da (işçiler, “aşağı ırklar” ve kadınlar) “mutluluğu” iktidara mazosistçe yaltaklanmakta bulacağı yaşam tarzını her iki taraf için “ödül” kabul eder. Olimpizm burjuva gençlikte savaşçı bir karakter geliştirmek aynı zamanda işçileri ve sömürgeleştirilmiş halkları uysallaştırmak için bir araçtır. Bu “kutsal ikilik”, parazit sınıfların elinde bir araç haline geldiğinden beri Hıristiyanlıkta da var olmuştur. Coubertin, aristokrasi ve ruhban sınıfı tarafından Hıristiyanlığı (kötüye) kullanarak, yüzyıllarca uygulanan “kafalardaki kontrolü” en yüksek politik ilkesi olarak ilan eder. Coubertin’nin orjinalliği, Yeni Çağ’a uygun araçlar kullanarak bu ilkeyi daha etkin hale getirmesidir. İnsan ruhunu ve bütün yaşamını kontrol etmeye çalışan Hıristiyanlık dualar ve bayramları emreder: kişinin “keyifleneceği” günler ve “yas tutacağı” günler, yemek yiyeceği ve aç kalacağı günler, çalışacağı ve kutlama yapacağı günler vardır.

Coubertin de insanlar üzerinde tam bir ruhsal kontrol kurmaya çabalar fakat bunu insan maneviyatını, tamamen egemen ilişkiler tarafından belirlenen günlük yaşamdaki  insan davranışlarına dahil ederek başarmaya çalışır: Hıristiyan dogması değil, yaşamın kendisi insanların davranışları ve düşüncelerini düzenleyen tartışılmaz ilke haline gelir.

POZİTİF BİR DİN OLARAK OLİMPİZM

P

Olimpizm ve din arasındaki ilişki söz konusu olduğunda modern Olimpizm’in gerçek doğasını gizlemeye çalışan ardıllarının aksine Coubertin son derece açıktır: “Antik ve aynı şekilde modern Olimpizm’in başlıca özelliklerinden ilki bir din olmasıdır.” (1) Compte’nin felsefesinden yola çıkan Coubertin kapitalizmin Sosyal Darwinist ve ilerlemeci ruhuna uyğun, kapitalizmin gelişmesini engelleyen sınıf çelişkilerini “giderecek” ve onun sınırsız küresel genişlemesine olanak verecek yeni bir ruhani sistem kurmaya çalışır. Bu “sosyal barışı” kurmak ve “kafalarda etkili kontrolü” başlatmanın (Coubertin) yanısıra, belirli bir yaşam tarzı ve ulusal kültürler tarafından sınırlanmayan kapitalist küreselleşmenin “dinamik”, evrensel ve totaliter ruhundan ortaya çıktığı için mevcut (durağan) dinlerin “üstesinden gelme” (özgürlükçü miraslarını bir köşeye atma) becerisine sahip “dinamik bir dinin” (Brundage) oluşumudur. Olimpik düşüncenin ruhani kaynaklarını hatırlarladığımızda, Olimpizm’in formüle edilmiş ve Olimpik hareket ile Olimpiyat Oyunları’nın aracılığıyla gerçekleştirilmiş, “pozitif felsefeyi andıran” (Prokop) ve Orta Çağ’daki geleneksel dinin rolünü Modern Çağ’da oynayan pozitif bir din olduğu sonucuna varabiliriz. Olimpizm, bütün “hümanizmanın” ondan çıktığı ve insan varlığı üzerindeki kritik sorulara nihai yanıtları veren ruhani bir gökyüzü halini alır. Aynı zamanda Olimpizm dinî ve dünyevî katmanlar arasındaki farklılığı ortadan kaldırır: yaşamın kendisi Olimpik tanrılara hizmet haline gelir. Bu nedenle Olimpizm hakkında konuşmak onu yüceltmek anlamına gelir. insanı derin düşüncelere daldırması, meditasyonu, duası ve diz üstü selamları yanısıra, antik zamanlarda olduğu gibi düzenli agonistik faaliyetler aracılığıyla servis edilmesi, modern Olimpizmin kesinlikle ruhanî güç olmasına vesile oluyor. Güneşin altındaki bir alanda ırkların, milletlerin, insanlar arasında sürekli kapışmalı yaşam, Olimpik dindarlığın özüdür. Bu anlamda, olimpiyat oyunları aktif ve ruhani dünyanın birleşerek yeniden canlanmasının sembolü olurken, spor, doğru yaşam biçimi olarak idealize edilir. Coubertin’in eleştirel akılcılığı ve insanoğlunun aydınlanma mirasını yok etme gayretini göz önünde tutarsak, bunun totaliter, ruhanî ve politik hareket olduğu kadar, kendine özgü totaliter bir düşünce olduğu söylenebilir. Olimpizm, varolan dünyaya çıkaran işaretlerin görünmediği bir “kara deliğe” benzer.

Olimpizm ve Pasifizm

O

“Olimpizm’in pasifist karakteri” miti Coubertin’in doktrinini tanıtmanın genel kabul gören başlangıç noktasıdır. Coubertin’in “barış yapıcı” özdeyişi olan “katılmak önemlidir” sıkça beğeni toplar, ama onun Olimpik yüksekliklere sömürgeci “Rebronzer la France!” (“Fransa’nın sömürgeci görkemini geri verin!” (ç.n.)) ve “Enrichissez vous!” (“Zenginleşin!” (ç.n.)) sloganlarıyla tırmandığı gerçeğinden hiç söz edilmez. Sorbonne’ca konuşan tabandan geldiği gerçeği göz önüne alınınca, Coubertin’in Fransız burjuvazisinden gerçekten Afrika ve Asyalı hakları katledip yağmaya başlamalarını istemesi anlaşılabilirdir. Spor alanında “Antik Olimpiyat Oyunları diriltme” kılığındaki uluslar arası rekabetin Fransız eğitim sisteminde değişiklikler yapacak ve Fransız gençliğinde fethetme ve baskı altında tutma arzusu geliştirecek bir milliyetçilik dalgası oluşturması bekleniyordu. Aslında modern Olimpizm burjuva sınıfının militaristleşmesine olanak vermek ve onu yeni sömürgeci kahramanlıklara tahrik eden birleştirici ruhsal güç olarak ortaya çıkar: “bir savaşı sürdürmek” egemen “seçkinlerin” ayrıcalığıdır. Coubertin güçlü bir ordu istemekle kalmaz, bütün burjuvazi sınıfını (Homeros dönemindeki aristokrasiye benzer şekilde) askerileştirmek için, yani burjuvazide proleterler ve sömürgeleştirilmiş halklara karşı kararlı ve uzlaşmaz kavgalarında açıkça görülen savaşçı bir ruhu oluşturmak için çaba gösterir. Coubertin bu nedenle Olimpiyat Oyunlarını garip bir şövalye turnuvası şeklinde organize etmek ve böylece “uygarlaşmış uluslar” arasındaki savaşı spor alanında kurumsallaştırmak ister. Modern Olimpiyat Oyunları “aşağı ırklara” boyun eğdirmek ve kapitalizmi küreselleştirmek hedefiyle Avrupalı sömürgeci metropolleri sömürge savaşında ruhsal olarak birleştirme amacı güdüyordu. Coubertin kendine model olarak kendi aralarında baskınlık için savaşırken aynı zamanda antik uygarlığın dayandığı köle işgücünü sağlamanın temel yolu olarak “barbarlara” karşı da savaşan, kent-devletlere bölünmüş Helenik dünyayı aldı. Aristoteles gibi Coubertin de (sömürgeci) savaşta “elde etmenin doğal yeteneğini” görür, fakat en büyük önemi “barbarların” avlanmasına veren Aristoteles’in aksine (61) Coubertin en büyük önemi yeni topraklar ele geçirip Avrupa kapitalizmini küreselleştirmeye verir. Urlike Prokop doğru bir tespitle şunları söyler: “Bu nedenle Coubertin’in rekabete dayalı spordan beklediği etkilerin –bugün sıkça iddia edildiği gibi – barışla hiçbir ilgisi yoktur. “Eşitlik ideali” biçimsel bir olasılık eşitliğinden fazlasını içermez. Coubertin Olimpiyat Oyunlarını kuran ve onlar için spor sayesinde gücün kazanılmasının komşu halklarla savaşlarını sürdürme ve pek çok köleye boyun eğdirmenin sağlamlaştırılması durumu olan Yunan egemen sınıfından daha fazla pasifist değildi.” (62)

Nazi ideologu Ernst Kierck’in aşağıdaki sözleri emperyalist Avrupa çevrelerinin baskın görüşünü olduğu kadar Coubertin’in bakış açısını da tamamen anlatır: “Artık eğitim, kültür, insancıllık ve saf ruh devrinde değiliz, mücadele, gerçekçi politik vizyonlar, askerlik, ulusal disiplin, ulusal onur ve gelecek gereksinimi için yaşıyoruz. Bu nedenle insanlardan görev ve bu çağda yaşam gereksinimi olarak talep edilen idealist değil, kahramanca davranıştır.” (63) Olimpik yolunun başlangıcında bile (1894) Coubertin’in rehber ilkesi günün dünyasında “ruhun baskınlığının henüz yerleştirilmemiş olduğu” “gerçeğiydi”. (64) On yıl sonra Coubertin “yaşam için savaşmanın” yalnızca bugünün dünyasının özelliği olmadığını ve “sosyal organizasyon ve ortak uyum için bütün hoş projelere rağmen geleceğin dünyasında da kesinlikle baskın olacağını” belirtmiştir. (65) “Doğal ayıklanma” ilkesini savunması ve sosyalistlerin pasifist fikirleriyle küçümseyici bir şekilde alay edişi, Coubertin için savaşın insanlığın yalnızca kaçınılamaz değil, aynı zamanda hoş karşılanan yazgısı olduğu sonucuna yol açmıştır. Coubertin’in doktrinleri ile Hitler’in Ağustos 1927’de Nazi felsefesinin temel ilkelerini ortaya koyarak yazdığı programatik metninde bulunan Nazi doktrinleri arasında çarpıcı bir benzerlik bulunabilir: “Dünyadaki insanların hayatta kalması ve geleceği şunlara bağlıdır: 1. Kendi ırksal değerlerine; 2. Kişiliğe verdikleri öneme; 3. Bu evrendeki tüm yaşamın bir mücadele olduğu bilgisine. Günümüz çağının çöküşünde bu üç yasanın reddini açık olarak görüyorum, bizim şu anki politik liderliğimizdeki küçük başarısız faaliyetlerimizi değil. Ulusal ve ırksal değerler yerine ulusumuzun milyonlarca üyesi bugün enternasyonalizm fikrine eğiliyor. Aptal demokrasiden başlayarak güç yerine güçsüzlük ve aptallıkla sonuçlanan birçok yumuşaklık uygulamaya konuluyor. Mücadelenin gerekliliğini anlamak ve kabul etmek yerine halklar arasındaki kardeşlik ve dünyada sonsuz barışı gösteren bir pasifizm teorisi öğütleniyor.” (66) Hitler’in Marksizm’in “suçları” olan pasifizm, halklar arasında kardeşlik ve dünyada sonsuz barışı “neredeyse bütün (Alman) halkımıza yayılan” bir “ruhsal veba” olarak ilan etmesi ilginçtir. (67) Coubertin, Hitler’e “Modern Çağ’ın en büyük kurucularından biri” der (68) ve onu “efendi ırkın” “güçlü olan haklıdır” ilkesiyle yönetilen, demokratik kurumlar ve özgürlükçü işçi hareketleriyle “etkin bir şekilde” baş edebilmiş, pozitif toplum fikrinin gerçekleşmesini sağlayacak uygarlık gelişiminde “yeni bir başlangıç” başlatmaya muktedir ve dünyayı ele geçirecek totaliter gücün sembolü olarak değerlendirir. Faşizmin temel amaçları: “tekelci üretimi organize etmek”, “sosyalist başkaldırıyı yok etmek” ve “emperyalist yayılmacılığı sürdürmek” (69) modern Olimpik doktrinin esaslarıdır.

Coubertin’de “silahlı barış” (la paix armée) sloganı altında ortaya çıkan si vis pacem para bellum (barış istiyorsan savaş için hazırlan (ç.n.)) özdeyişi Coubertin’in Olimpik doktrininin üzerinde kurulu olduğu Sosyal Darwinist doktriniyle tamamen çelişkilidir. Sömürge arzuları ve en güçlü ülkelerin sömürge yağması payı üzerindeki mücadelesi, savaşların kaçınılamaz olduğunu ve (burjuva) gençlikte Sosyal Darwinist doktrin ile militarizmin en önemli somut sıçramasını temsil eden savaşçı ve militarist bir ruh geliştirme gereksinimini gösterir. Coubertin’in “antropolojik tartışması” bu görüşü destekler: “Eğer genç insanlarda barışa karşı bir sevgi yaratmaya çalışsaydık çok ciddi bir pedagojik hayal kırıklığı yaşardık. (…) Uluslar arası barış kendini kısıtlama ve hoşgörünün ürünüdür ve bu erdemler normal gençlik için gariptir. Gençler kavga için heveslidir ve öyle de olmalıdırlar.” (70) Coubertin, savaşı “erkeğin olgunluğunun” en yüksek sınavı ve insanoğlunun “mükemmelleşmesine” dayanan “doğal ayıklanmanın” (güçsüzlerin yok olmasının) en saf halinin ortaya çıkması olarak görür. Özgürlük için savaşmak “evrime” ve “gelişime” engeldir, yani en kötü suçtur. Bütün bunlar Coubertin’in “savaşçı” ve “kavgacı” gençliği ayırt etme gayretini anlamsızlaştırır. (71) Burjuva gençliğin pasifist eğitimi Coubertin’in “faydacı pedagojisinde” yer almaz.

Modern Olimpiyat “pasifizminin” vardığı en ileri nokta, modern Olimpiyat Oyunları’nı antik Oyunlar’daki gibi savaşan tarafların – yani sömürge yağması payı için kavga eden “uygar milletlerin” temsilcilerinin – silahlarını bırakıp günümüz dünyasının en yüksek ilahları önünde eğilebildikleri bir “kutsal ateşkes” haline getirme çabasıdır. Coubertin şöyle der: “Genellikle bu amacın kesin olarak belirlenmesiyle hır gür ve kavgaya ara verilebilir, farklılıklar unutulabilir. İnsanlar melek değildir ve çoğunluğu öyle olsa dahi insanoğlunun bundan çok şey kazanacağını düşünmüyorum. Fakat gerçekten güçlü olan birey, hem kendisine hem de topluluğuna bir süre için çıkarlarını ve ne kadar haklı olurlarsa olsunlar ihtirasla baskın olma ya da elde etme arzularını unutturabilecek kadar güçlü bir kararlılığı olan insandır. Bana kalacak olursa, çatışan orduların savaşın ortasında dürüst ve mert bir ruhtan ilham alan bir ateşkes sırasında düzenlenecek spor oyunlarına saygı göstererek savaşı durduklarını görmek beni rahatsız etmez.” (72) Ne var ki, Nazilerinki gibi Coubertin’in Olimpizmi de “sonsuz barışı” kurma olasılığını yalnızca Avrupalı sömürgeci metropoller tarafından tüm dünyanın sömürgeleştirilip sömürge paylaşımının tamamlanmasından sonra başlar. Bu koşullarda Olimpiyat Oyunları orijinal antik Olimpiyat Oyunları ve Ortaçağ turnuvalarıyla aynı amaca hizmet etmelidir: egemen (“efendi”) ırkın atikliğini arttırma aracı olmalıdırlar.

Coubertin’e göre insanın mücadele ve savaşa (özellikle de sömürgeleşmeye) olan bağlılığı en değerli insan özelliğidir ve kendisi bundan en üst düzeyde bir heyecanla bahseder. Onun için boks “saf bir erkek sporudur” (73) ve bir çocuğun eğitiminde silahlarla temas etmesi “harika bir geleneği” gösterir. (74) Coubertin özellikle Fransa’nın sömürgeci işgallerinden ilham alır. Bunları şu ifadelerle tanımlar: “muhteşem kahramanlık”, “görkemli sefer”, “tüm sömürge destanlarının en harikası”… (75) Coubertin Nazi Olimpiyat Oyunları’na hayran kalır: “müthiş bir başarı” gösterdiler ve “Olimpiyat düşüncesine harika bir şekilde hizmet ettiler”. Onlarda “güzellik”, “cesaret”, “umut” ve her şeyin ötesinde “ ilerlemeci yapılanmanın” simgesini görür. (76) En önemlisi de onlar “Hitlerci güç ve disiplinle aydınlanmışlardır” ve çok “şükür ki düzenledikleri” Olimpiyat Oyunları için bir model olarak hizmet etmelidirler. (77)

Haziran 1914’te, Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincaré’nin de bulunduğu Sorbonne’da modern Olimpiyat Oyunları’nın 20. yıldönümünün altını çizen (“Spor ve Modern Toplum” başlıklı) konuşmasında Coubertin “pasifistik” Olimpik doktrininin ve spor pedagojisinin temellerinden biri olan tezi yinelemiştir: “Spor sömürgeci genişlemede önemli bir faktördür çünkü iyi spor hazırlıkları olmadan sömürgeleştirmek tehlikeli bir düşüncesizlik gösterir. Pek çok tarihsel başarısızlık ve pek çok başarı bu tür bir hazırlığın birinde olup diğerinde olmaması gerçeğiyle açıklanabilir.” (78) 1918’in Şubat’ında, Birinci Dünya Savaşı’nın milyonlarca insanın öldürüldüğü ve sakat kaldığı son yılında Lausanne’da Coubertin başka şeyler yanında tarihin son kırk yılda Fransa’nın “sömürge destanlarından en muhteşemini” yazmasını ve “herhangi bir tür pasifizm ve aşırı özgürlük tehlikesinden uzaklaşmasını” sağladığını ve 1914’ün Ağustos ayındaki seferberliğin “demokrasinin dünyaya verdiği en büyüleyici gösterilerden biri olarak kalacağını” söylediği bir konuşma yaptı. (79) Coubertin için Wellington’a atfedilen “Waterloo savaşının Eton (Koleji) spor alanında kazanıldığı” düşüncesinin Olimpik felsefesinin oluşumundaki en önemli başlangıç noktalarından biri olduğunu düşünürsek kesinlikle kronolojik bir hatayı ele alıyor olmayız. Coubertin’le ilgili konuşurken onun spiritus rector’u (rehber ruh (ç.n.)) ve yakın arkadaşı, Nazi Olimpizm’inin önde gelen ideologlarından ve günün Almanyası’nın baskın pedagojik düşüncesinde tartışılmaz bir otorite olan Carl Diem şöyle der: “Modern Çağ’da Oyunlar’ın militarist ruhu dirilmiştir. Oyunların yenileyicisi Coubertin’in damarlarında asker kanı vardı. Pasifizm ve barış üzerine kurulan bütün o belirsiz ütopyalardan nefret ediyordu. Pedagojik, tarihsel ve politik çalışmaları gerçek bir savaşçının korkusuz karakterini göstermektedir.” (80)

Coubertin’i pasifist bir ışıkta göstermeye çalışan (MacAloon ve Boulongne gibi) bazı Olimpizm ideologları Coubertin’in sosyal değişimlerin meşru aracı olarak şiddeti reddettiğini öne sürerler fakat Coubertin’in şiddeti burjuvazinin demokratik sosyal değişimleri önlemesi ve kurulu düzeni koruması için yasal ve meşru aracı olarak gördüğünden bahsetmezler. “Olimpik yaşamı” boyunca Coubertin zengin “elitin” işçi “kitleler” üzerindeki baskınlığını savunmuştur, bu da var olan düzeni korumak için her araca izin verip onları haklı göstermek sonucuna varır. Boulongne’nin Coubertin’in Paris Komünü ve Rus Devrimi’ne karşı olan tavrını haklı göstermesi beklenen “şiddet şiddeti doğurduğu” için şiddete karşı olduğu görüşü Coubertin’in Sosyal Darwinizm’e dayalı doktrinine tamamen terstir: “güçlü olan haklıdır” ilkesine dayanan doğal ayıklanma sosyal düzenin tartışılmaz temelidir. Burjuvazinin çalışan “kitleler”, sömürgeleşen halklar ve kadınlar üzerindeki sınırsız ekonomik, askeri, politik, ruhsal ve cinsel şiddeti Coubertin’in Olimpik doktrininin temelidir. Coubertin Komünün düşüşünden sonra Paris proletaryasının Thiers tarafından katledilmesi hakkında coşkuyla konuşur (82); Avrupalı başkente sömürgeci birliklerin ateş ve kılıçla yeni bir “yaşam alanı” ele geçirmesini “muhteşem başarılar” olarak över; hem ülkeyi kapitalist tekelciler tarafından yaratılan, milyonlarca Rus işçinin ve köylünün öldürüldüğü Birinci Dünya Savaşı’nın kasaplığından kurtarmaya çalışan Rus devrimcilere hem de Nazi Olimpiyatları’nı boykot etmeye çağrı yapan ve Nazi barbarlığını lanetleyen anti-faşistlere acımasızca saldırır. (83) Coubertin’in sürekli olarak desteklediği bir şey varsa o da burjuvazinin kendi çıkarlarına ulaşmak ve ezilenlerin zorba yönetime karşı çıkma haklarını reddetmek için meşru bir araç olarak kullandığı şiddettir. Bu konuyla ilgili olarak Marx şunları yazmıştır: “Bugünün burjuvazisi kendisini elinde bir köylüye doğrultulmuş her silahı haklı gösteren, bir köylünün elindeki her silahı da derhal suç gören eski feodal efendinin meşru mirasçısı olarak görüyor.” (84) Coubertin’in yalnızca baskı görenlerin silahlı direnişinin değil, aynı zamanda işçilerin, “aşağı ırkların” ve kadınların insan, sivil, ulusal ve işçi haklarına kavuşmak için yapacakları her tür politik mücadelenin de karşısında olduğu akılda tutulmalıdır.

Coubertin’in şiddet karşıtı olmadığı gerçeği onun Nietzsche gibi işçi “kitleleri” baskı altında tutmak için ayrıcalıklı bir araç olarak katışıksız gücü savunduğu anlamına gelmez. Kılıçla sağlanan üstünlüğü tercih etmek yerine Coubertin “iyi bir Katolik” olarak ezilenlerin istismarlarının ana sosyo-koruyucu ölçütü olarak ruhsal açıdan baskı altında tutulmasını seçer. Politik bir gerçekçi olan Coubertin ezilenlerin direnişine yol açıp onları örgütlenmeye ve zorba yönetime karşı savaşmaya zorlayan sürekli bir baskı kurmakta ısrar etmektense ezilenlerin “kendi istekleriyle” var olan düzeni kabul etmelerini sağlamanın egemen “seçkinler” için çok daha kârlı olduğunun farkındadır. Bu nedenle ezilenlerin “kafalarındaki kontrol” ilkesini “faydacı pedagojisinin” en yüksek ilkesi ilan eder. Var olan burjuva ideolojisinin aksine Coubertin kapitalizmin düzeltilemez bir haksız düzen olduğu “gerçeğinden” yola çıkar ve haklarından mahrum edilen insanları “kaçınılamaz” haksızlıkla uzlaşmaya ve daha iyi bir dünya yaratma umudundan vazgeçmeye çağırır. Coubertin’e göre “işçilere güçlüler tarafından yönetilen düzene saygı göstermeyi öğretmek” egemen “seçkinlerin” işçilerin sporla uğraşmasına “izin vermelerinin” ana nedenidir. Spor haksızlığa direnişi yok etmek ve ezilenleri var olan düzenle “uzlaştırmak” için en önemli politik araç haline gelmiştir ve bu da pozitif toplumu kurmak için en önemli koşuldur. Coubertin “Nazi Olimpizm”ine hayrandır çünkü Berlin Olimpiyatları öncesinde ve sonrasında Naziler neredeyse bütün Alman toplumunun “dostluğunu kazanmayı” ve onları ruhsal olarak kurulu düzene katmayı başarmışlardır. Coubertin için “Hitlerci güç ve disiplin”, “bir avuç iyi insanın” spor ve Olimpizm aracılığıyla ezilenlerin özgürlükçü (sınıf) bilincini yok etmek ve onları egemen “seçkinlerin” çıkarlarına ulaşmak için bir araç haline getirmek anlamına gelen saldırgan bir milliyetçilik ve ırkçılık geliştirmek için neler yapabileceğinin simgesidir.

Savunma savaşı ve anti-sömürge mücadelesi Coubertin’in savaş teorisinden çıkartılmıştır. Coubertin antik Yunan’a başvurur fakat antik Yunan’da fethetme savaşı ile savunma (özgürlük) savaşının arasındaki farkın açıkça çizilmiş olduğu gerçeğini “görmezden gelir”. Homeros’un savaşa bakışını inceleyen Miloš Ðurić şöyle der: “Şairin savaşa olan iğrenme hissi yüksek bir ahlaki asalet ve insancıllığı olan bir savaşçı olan Hektor karakterini yaratmasında görülür. Hektor’un ana ahlak değeri düşmanlarının aksine öç almak, ileri atılma arzusu, savaşçılık ve macera ruhuyla değil, yurdunu ve ailesini savunmak için savaşması gerçeğiyle tamamlanır.” (85) Atina’nın üstünlüğü vardı ve her şeyden önemlisi Helen dünyasında Pers işgalcilere karşı savaşta taşıyıcı güç olduğu için saygı görüyordu. Pericles’in gerçek önemi emperyalist Atina’nın hırs ve çöküşünün simgesi haline gelen Alkibiades’in aksine Helen özgürlük mücadelesinin simgesi olmasında yatar. Antik Yunan’ın ruhsal olarak en yüksek düzeyine ulaşmasının bu dönemde gerçekleşmesi tesadüf değildir: özgürlük mücadelesi Yunan toplumunda en yaratıcı güçleri uyandırmıştır.

Coubertin’in yarışmasının anti-özgürlükçü bir karakteri vardır. Yarışma, ezilenlerin özgürlük mücadelesi hariç olmak üzere insanlar, ırklar ve milletler arasında bir mücadeleye, ele geçirmeye, şövalye dövüşlerine, düellolara, güçlü olanın baskı uygulamasına indirgenir. Coubertin burjuvazi “seçkinler” ve işçi “kitlelerin” arasındaki tarihi mücadelenin son safhasına ulaştığının ve işçilerin burjuvaziyi yalnızca güçten düşürmekle kalmayıp aynı zamanda sınıf düzenini de bozabileceğinin farkındadır. Coubertin bu gerçek yeni tarihsel başlangıca karşı sivil toplumun özgürleştirici mirasının yok edilmesine ve antik Yunan’da kabile aristokrasisinin mutlakiyetçi egemenliği sırasında var olan sosyal ilişkilerin aynısının kurulmasına dayanan kendi “yeni başlangıcını” öne sürer. Coubertin’in düşüncesinin saldırgan karakterini oluşturan ve onun Olimpik doktrin ve pratiğine dramatik bir karakter katan budur. Kapitalizm ve kurumlarının derinleşen kriziyle karşı karşıya gelen Coubertin sporda haklarından mahrum edilen insanların özgürlükçü şereflerini yok ederek kapitalizmi felaketten kurtaracak önemli bir güç görür.

Sürekli olarak sivil toplumla ve toplumun kurucu bir parçası olan yurttaşla baş etmeye çalışan Coubertin, Olimpizm’in insanlar arasında özgür vatandaş olarak bir yarışma olmasını reddeder ve onu baskın olmak için milletler (ırklar) ve milletlerinin temsilcileri olan ve bu nedenle de Olimpiyat seremonisi aracılığıyla ilahi bir ışık kazanan sporcular arasında bir mücadeleye indirger. Mantıksız temellerde insan bireyselliğinin kaybolduğu sözde-kollektifliğe meyillidir. Bu açıdan Coubertin modern toplumun insanın özgürlüğüne en büyük katkılarından biri olan kişisel başarı fikrini reddeder. Uluslar arası spor “ulusal tehlike” duygusunu oluşturmak ve sınıf düşmanlığını gizlemek için milliyetçi histeriyi ortaya çıkarmak ve işçi “kitleler”in tatminsizliğini diğer milletlere yönlendirmek için “barış zamanlarında” bir savaş psikozu uyandırmaya yarar. Bir ülke Olimpiyat hareketine resmen katılarak diğer ülkelerle savaş halinde olduğunu ilan eder. “Rakip” haline dönüştürülen her milletle özel bir savaş hesabı açılır, “hesaplar halledilirken” intikam ruhunu uyandırmak ulusal takımların ana görevlerinden biri olur.

Modern ve antik Olimpiyat Oyunları’nın arasındaki ilişkiye gelince, antik Oyunlar aslen “kutsal ateşkesti” (ekheheira), yani bir polis temsilcileri olarak katılımcıların antik Yunan’da en üstün tanrı ve savaş tanrısı olan Zeus’un karşısında eğilmek ve böylece ırklarına bağlılıklarını, üstünlüklerini, uyumlarını gösterip devletler arasındaki baskınlık için mücadelede tanrıların korumasını kazanmak için silahlı savaşa geçici olarak ara vermesiydi. Antik Oyunlara benzer olarak modern Olimpiyat Oyunları milletler (ırklar) arasındaki düşmanlığa ara verip barışın kurulması değildir, milletlerin (yalnızca geçici olarak ortadan kaldırdıkları) silahlarıyla değil sporcularının bedenleriyle dövüştüğü ve böylece dünyaya hâkim olan savaşçı ruha boyun eğmenin gösterildiği özgün bir törensel turnuvadır. (86) Silahların kullanılmaması gerçeği bedensel yaralanmalara yol açma hakkını ya da antik Olimpiyat Oyunlarının da bir özelliği olan ölüm-kalım savaşını ortadan kaldırmaz. Bundan dolayı sembolizmin önemi kaslılığa bağlanır: “ulusal (savaşçı) güç” silahlar yerine sporcuların kaslı bedenleri biçiminde ve duruşlarındaki “güçte”, disiplinli hareketlerinde, gözlerindeki “azimli” bakışta ve “ulusal çıkarlar” için yaşamlarını vermek için hazır oluşlarında görülen savaşçı karakterinde ortaya çıkar. Olimpiyat seremonisi açıkça milletler arasındaki savaşı gösterir. Katılımcıların geçit töreni, bayraklar, üniformalar, uygun adım yürüyüş, selamlama, ordu bandosu – bütün bunlar pasifist bilinçle baş etme amacında olan militarist bir Olimpiyat seremonisinde simgesel bir karakter edinirler. “Olimpiyat yemini” etmek (serment olimpique) tipik bir militarist törendir: sporcular “güçlü olan haklıdır” ilkesine ve “doğal ayıklanmaya” dayalı düzenin hayatta kalmasının gerekleri olan belirli kurallara uyacakları anlamına gelen, kendi ülkeleri/takımlarının zaferi için onurla savaşacaklarına dair bir yemin ederler. Oyunlar için yıllarca süren ve Coubertin’in özel önem verdiği hazırlıklar yalnız sporcular için değil, bütün ulus için bir savaş hazırlığı haline gelir. Toplum sistematik olarak fanatikleştirilir ve ulusal histeri Oyunlar sırasında doruğa ulaşır. Modern Olimpik Oyunların amacı silahlı çelişkileri kışkırtmak değil, insanların kafasında sürekli olarak savaşı uyanık tutmak ve pasifist bilinci yok etmek anlamına gelen bir savaş psikozu yaratmaktır.

Modern Olimpizm bir sui generis (kendine özgü (ç.n.)) olmaksızın çift anlamlılık içerir: aynı anda hem burjuvazinin askerileşme biçimi, hem de ezilenlerin uzlaştırılma biçimini. Her iki durumda da modern Olimpizm, kurulu düzeni korumak için burjuvazinin özel bir politik aracıdır. Coubertin’in konseptindeki çift anlamlılık sürekli tartışmaların kaynağıdır. Coubertin’in savunucuları onun Naziler gibi “dünyanın tüm gençlerine” gönderdiği “barış yapıcı” cümlelerini yinelerken aynı zamanda egemen “seçkinlerde” savaşçı kişilik geliştirmek için en önemli araç olarak sporun kullanımını desteklediğini “unuturlar”. Coubertin için uluslar arası spor asıl anlamında “uygarlaşmış” milletlerin arasında baskınlık için bir savaş ve dünyayı sömürgeleştirmek için ruhsal bütünleşme yoludur. Bu bağlamda Olimpiyat Oyunları karşıt taraflara dünyaya egemen olan tanrıların yardımını kazanmak için onların karşısında eğilme fırsatı vermesi gereken “kutsal ateşkestir”. İngiliz sömürge deneyiminden yola çıkan Coubertin spora sömürgeleştirilmiş halkların pasifleştirilmesi (depolitize edilmesi) için evrensel ve küresel bir politik araç karakteri verir. Coubertin’in “Spora Övgüsü” Olimpizmin bu “yatıştırıcı” karakterinin tipik bir örneğidir. Coubertin şöyle yazar: “Ah Spor, Sen Barışsın! Halklar arasında onların kontrol edilen, örgütlenen ve disiplinli gücün önünde hep birlikte saygı ile eğilmesini sağlayarak mutlu bağlar oluşturuyorsun sen. Senin aracılığınla tüm dünyanın gençleri birbirine saygı duymayı öğreniyor ve böylece ulusal özellik farkları cömert ve barışçıl bir yarışma kaynağı oluyor.” (87) “Yerliler” arasında sporun etkilerinin popülerliğini inceleyen Coubertin, “yerlileri” özgürlük savaşlarından uzaklaştırdığı ve onlara güçlüler tarafından yönetilen toplumsal düzene saygı duymayı öğrettiği için sporun “sömürgeleştirmede zekice ve etkin bir rol” oynayabileceği sonucuna varır. (88) Bu mantıkla hareket eden Coubertin özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasındaki çalkantılı Avrupa’da işçileri politik (sınıf) savaş alanından spor karşılaşmaları alanına çekmek ve böylece “toplumsal barışı” kurmak için işçiler arasında (fiziksel egzersizler kadar) sporu tanıtma taraftarıdır. (89) Güçlünün egemenliği üzerine kurulu bir düzenin simgesi olarak spor, “fakirlerin zenginlere olan nefretinin” kendi sınıf ayrımlarını kaybeden ezilenlerin egemen sınıfına duydukları saygıya (Coubertin tarafından) dönüştürüldüğü bir mekanizma haline gelir. Sporun tıpkı savaş gibi fakirlere bir gruba aidiyet hissi, grup gücü, savaşçı (galip) olma isteği geliştirmek, yani sporun bir sınıf örgütlenmesi ve burjuvazi karşıtı sınıf mücadelesi için bir kurum olarak kullanılması anlamına gelen olasılıkların yolunu açtığının farkında olan Coubertin “Bu bizim ödememiz gereken bedeldir” der. Sömürgeleştirilmiş halkların üyelerinin ve “aşağı toplumsal sınıfların” katılabildiği bir spor karşılaşması olarak Olimpiyat Oyunları egemen “seçkinlerle” ezilenlerin arasındaki güç dengesinin sonucudur ve bu nedenle insancıl ya da kozmopolit bir boyutu olmaksızın tamamıyla politik bir zorunlu harekettir. (90) Eğer Coubertin’in tuhaf bulduğu bir şey varsa o da herkese eşit şekilde uygulanan kuralların olduğu bir düzendir. “Spor Cumhuriyeti” Coubertin için yalnızca egemen sınıf onu işçi “kitlelere” boyun eğdirmek için kullanabiliyorsa anlam taşır.

Uluslar arası sporun “uluslar arası topluluğa katılma” olarak kabulü sporun “saf” biçimini kazandığı bir ilişkiler ve değerler düzeninin kabulü anlamına gelir: “tarafsızlık” denen şey insanlık temelinde değil, egemen düzenin temeli üzerinde kuruludur. Ciddi bedensel sakatlanmalar vermek ve öldürmek “hakkını”, kadınların “ikinci sınıf” yaratıklara indirgenmesini, çocuklar arasında ahlaksızca rekabeti, dayanışma hissinin yok edilmesini, insanın erotik varlığının yok edilip “fiziksel üretimin” temeli olarak insanlıktan ve doğallıktan çıkarılmış bir fiziksel tohum makinesi haline dönüştürülmesini içerir; nihayetinde de Sosyal Darwinist ve ilerlemeci dünya düzenine karşılık gelen bir yaşamın kaçınılmaz olarak kabulü anlamına gelir. Bundan dolayı ölüm riski “spor karşılaşmalarının” bir öğesi olurken öldürme hakkı “spor oyununun” yasal ve meşru bir parçası haline gelir: insanın yaşama hakkı kapitalizmin hayatta kalma hakkına bağlıdır. Coubertin bu yüzden “şövalye geleneklerinde” ısrar eder: yaşam ve ölüm düellosu egemen güce kurban sunmanın törensel biçimi ve düzene tam boyun eğmenin ifade edilme yoludur. Platon ve Huizinga’ya benzer olarak Coubertin için insan yalnızca “Tanrı’nın oyuncağıdır” ve aynı şekilde düzenin uzanan eli düello (savaş) aracılığıyla kendisine tâbi olanların yaşam ve ölümüne karar verme hakkını doğrular. Aristokratların onların egemen “seçkinlerden” olduklarını kanıtlayan ve kurulu düzene kaçınılmaz bağlılıklarını gösteren hırsları ve güç arzuları hümanizma ve özgürlük sevgisiyle baş edebilme yolu haline gelir. Coubertin insanların diğer insanlara olan sevgisini küçümser (“kardeşlik insanlar için değil, melekler içindir”) ve egemen (cani) gücü ve insanın o güce koşulsuz boyun eğişini simgeleyen silah sevgisini yüceltir. Bir Hıristiyan için haç neyse Coubertin için kılıç odur. Bunun bir abartma olmadığı Coubertin’in 1913’te yayımlanan resmî “Revue Olympique”indeki (Olimpik Gözden Geçiriş (ç.n.)) “pasifist” fikrinde görülebilir: “Silahlarla temas genç bir adamı bir yetişkine dönüştürür. Bu bütün mertliklerin kendilerinden çıktığı Almanlar tarafından ortaya konan muhteşem bir gelenektir.” (91) Bir insanı öldürme yeteneği ve buna hazır olmak en yüksek insan erdemidir! Bu Coubertin’in “pasifistik” pedagojisinin ve Olimpik “hümanizmanı” özünü ifade etmektedir.

Coubertin ayrıca Herakleitos’un “savaş her şeyin babasıdır” (polemos pater panton estin) ve “kimilerini Tanrı, kimilerini de insan yapmıştır; kimilerini köle, kimilerini de özgür kılmıştır” tezine benzerlik gösterir. (92) Ne var ki Herakleitos’un doğanın diyalektiği üzerine kurulu panta rei’siyle (“her şey akar” (ç.n.)) birlikte “savaşın sıradan bir şey olduğu” ve “her şeyin savaştan ve gereksinimden doğduğu” tezi Coubertin’in savunduğu ve burjuvazinin işçi “sınıflar”, kadınlar ve “aşağı ırklar” üzerindeki tamamen ve kesin baskınlığının olduğu pozitif uygarlığı simgeleyen “sonsuz barışı” sorgular. Coubertin için savaş insanın umutsuzca maruz kaldığı yaşamın evrensel ve sonsuz ilkesi değildir, ama güçlünün stratejik çıkarlarını gözetmek için bir araçtır. Coubertin antik dünyadan veya Hıristiyanlıktan değil, kapitalist evrenden yola çıkar ve egemen “seçkinlerin” politik ve ekonomik amaçlarına ulaşma aracını doğa güçlerinde ve tanrısal güçte görmekten çekinmez. Burjuvazinin insandan yabancılaştırılan ve onun boyun eğişinin araçları olan bilim ve teknik gelişimine dayalı zorba gücü gerçek ve düşsel güçlerin “gelişim” kaldıraçlarına dönüştüğü mutlak bir güç haline gelir.

Olimpizm ve Irkçılık

O

Coubertin’e göre Antik Yunan’da ortaya çıkan “ırksal üstünlük ve bunun önceden saptanması” fikri (43) Modern Olimpizm’in mihenk taşlarından biridir. Coubertin’in sömürgecilik ve ırkçılığından bahseden Boulongne şunları söyler: “ona göre yeni sömürgelerin fethedilmesi kutsal hak ilkesine, yani insan ırklarının farklı olduğu ve doğal olarak diğer ırklardan üstün olan beyaz ırk yanında diğer bütün ırkların aşağıda olduğu inancına dayanır.” (44) Ve şöyle devam eder: “Coubertin der ki: başka insanların Avrupalılaşmasını kimsenin küçümsemeye hakkı olmadığını, etnik dinlerin Hıristiyan dinine eşit değerde olduğunu, siyah ya da sarı ırkın mensuplarının beyaz adamdan farklı, ama aynı değerde olduğunu iddia etmek, sigara içilen meclislerde geçerliliği savunulan hoş sofizmdir, fakat ne değerleri ne de geçerlilikleri vardır: çöküşle ilgili bir çelişkiyi temsil ederler ve bir an için yüzümüze gülümseme getirseler de hiçbir zaman bir yönetim yasası olarak alınamazlar.” (45) Coubertin’in ırkçılığının temeli “tanrısal” değil, “güçlü olan haklıdıra” dayalı “doğal yasadır”. Sosyal Darwinist evrimi göz önüne alarak Coubertin beyaz ırkın hayatta kalma mücadelesinde “en saf, en güçlü ve en akıllı” (46) ırk haline geldiği sonucuna varır, bu da “daha aşağı ırkların” genetik (fiziksel ve zihinsel) özellikleri nedeniyle beyaz “baskın ırka” boyun eğmeye yazgılı olduğu anlamına gelir. Coubertin “renkli ırk” mensuplarının aslında sivil ya da insan haklarına sahip olmadığı düşüncesiyle devam eder: onların “hakları” sömürgeci metropollerin çıkarları ve efendilerinin iradelerinden ortaya çıkar. Coubertin şu fikrini saklamaya çalışmaz: “Bütün insan ırklarının eşit haklara sahip olduğunu iddia eden teori sömürgelerde gelişimi engelleyen bir politik çizgiyi oluşturur. Üstün ırk kendini küçültmeden köleliği ya da daha hafif bir serflik biçimini uygulamaya koymakla aşağı ırkı uygar yaşamın belirli ayrıcalıklarından men etmeye tamamen yetkilidir.” (47) Coubertin’in Güney Afrikalı köle sahipliği ve ırkçı rejimiyle olan ilişkisi, Coubertin’in “aşağı ırkların” insan ve sivil haklarına olan saygısının boyutlarını gösterir. Coubertin beyaz azınlık tarafından Afrika yerlilerine yapılan insanlık dışı zulmü haklı göstermek için şöyle yazar: “Güney Afrika madenlerini doğuran rejimi unutmayın. (…) Oradakiler kurumdan daha çok köleliğe yakın başka bir şeydir. Fakat, tabii ki İngiliz olunca bu insan şerefine hiç dokunmuyor!” (48)

Coubertin beyaz insanların “aşağı ırklarla” karışmasına şiddetle karşıdır, çünkü bu karışım beyazların soyunu bozmaktadır. Coubertin “(Beyaz) ırkın saflığı için mücadele, mensupları arasında en temel amaç olarak yerini korumaktadır.” diye belirtir. (49) Helenik ırkın “saflığı” en önemli özelliğidir ve bu, ırksal gücün temelini ve Helenlerin devamlılığını sağlar. Chamberlain’in ayak izlerinden giden Coubertin: “Nasıl bir tazı, buldog, kaniş ve New Land köpeği birbirinden farklıysa insan ırkları da aslında karakterleri, özellikleri ve her şeyden öte bireysel yeterlilikleri açısından farklıdır. – Her ırkın kendi görkemli ve karşılaştırılamaz yüz ifadesi yok mudur? Helenler olmasa Helenik sanat olabilir miydi? … Bir ırkın özelliğinin farkında olmak kadar tatmin edici bir şey olamaz. Saf ve belirli bir ırka ait bir insan bunun farkındalığını hiçbir zaman kaybetmez. Irk ağacının koruyucu meleği her zaman onun yanındadır, dengesini kaybettiğinde onu destekler, kaybetme tehlikesi durumunda onu uyarır, onu bağlılık için zorlar ve ona imkânsız olduğunu düşündüğü, hatta hiçbir zaman cesaret edemeyeceği kahramanlıkları yaptırır. Irk insanı kendisinin üzerine çıkarır, onu alışılmadık – hatta doğal olmayan – güçlerle donatır. (50) Gobineau (51) ve Chamberlain (52) gibi Coubertin beyazlardan kanlarını, Coubertin’in “Asyalı” ilan ettiği Yahudiler ve diğer “aşağı ırkların” kanlarıyla kirletmemelerini ister. Coubertin’in ırka, kana verdiği önem en iyi “Histoire universelle”inde (Evrensel Tarih (ç.n.)), Yahudiler üzerine yaptığı yorumda görülür: “Öte yandan bazı yazarlar Yahudilerin onsekiz yüzyıllık sürede bütün dünyaya yayıldıkları ve diğer insanlarla çok fazla karıştıkları için bir ırkı oluşturan özellikleri kaybettiklerini öne sürerek Yahudi ırkı hakkında konuşmamamız gerektiğini söylüyorlar. Bu yanlış bir bakış açısıdır. Hem inanç, hem de propaganda aracılığıyla pek çok etnik öğenin İsrail diniyle bağlantılı olduğu doğrudur. Fakat, Yahudi kanının gerçek gücü o kadar büyüktür ki birkaç damlası vatanlarını fethetmeye yeter.” Coubertin daha önceki iddialarına bakılırsa, Yahudilerin “yüreklerinin derinliklerinde Asyalı olarak kalmaları”, “elde etme konusunda kaba ve inatçı” olmaları, “işte zeki ve kurnaz” olmaları ve tarihteki rollerinin “önemsiz” olması, onlarla karışmanın, beyaz ırkın soyunu bozacağını açıklar. (53) Coubertin bu satırlarını Nazilerin Almanlar ve Yahudiler arasındaki evlilikleri yasakladığı “Irkçı Yasalarını” meclislerinden geçirdiği zamandan (15 Eylül 1935) yaklaşık on yıl önce yayınlamıştır.

Nazilerin aksine Coubertin “aşağı ırkların” yok edilmesini istemez, fakat “doğal ayıklanma” kavramınında, “egemen ırkın” kendi çıkarı için diğer insanların ve ırkların soykırımı da dâhil olmak üzere her şeyi yapmaya “doğal hakkı” olduğunu belirtir. İnsanların yaşam haklarının yönetim düzeninin istikrarlı bir gelişime hakkı olmasına bağlı olması gibi, “aşağı ırkların” yaşam hakkı “üstün ırkın” hayatta kalma hakkına bağlıdır. İnsan toplumunun yalnızca bir parçası olduğu hayvan dünyasındaki baskın düzene bağlı olarak beyaz ırkın “yaşam alanını” ele geçirmesini meşru kılar. Bu nedenle, Coubertin ne İngiliz İmparatorluğu’nun Kuzey Amerikada, Avustralyada, Çin, Afrika ve Hindistanda ki soykırım faaliyetlerini ne de Aryan üstün ırkını yaratmak amacıyla yaşam alanına (Lebensraum) saldıran, Yahudileri, Slavları ve Çingeneleri imha ettiklerini saklamayan Almanları eleştirmez.

Eğer Coubertin’in hayatta kalma savaşında beyaz ırkın “en saf, en zeki ve en güçlü ırk” haline geldiği anlamına gelen evrim teorisi doğruysa spor alanında “aşağı ırkların” temsilcilerinin “efendi ırkın” en iyi temsilcilerinin karşısında zafer kazanması mümkün değildir. “Aşağı ırkların” katılımına izin verilen Olimpiyat Oyunları yalnızca beyazların “ırksal üstünlüğünün” kanıtlanması anlamına gelir. Coubertin’in yaşadığı dönemde bile spor alanlarındaki karşılaşmalar onun ırkçı kavramı ve Sosyal Darwinist teorisinin geçersizliğini sağlam kanıtlarla göstermiştir. haksız rekabetin temsili olmanın yanısıra, sadece beyaz burjuva elitlerin sahip olabileceği kazanma arzusu ve güç istencinin ana malzemesi olarak düşünülmesi, ormandan gelenlerin (54) sahip olduğu kas kuvvetini önemli hale getiriyordu. Mens sana in corpore sano (sağlam kafa sağlam vücutta bulunur (ç.n.)) özdeyişi ve Coubertin’in mens fervida in corpore lacertoso (coşkulu ruh kaslı vücutta bulunur (ç.n.)) özdeyişi “siyahlar”ın beyazlardan daha güçlü bir ruhları ve karakterleri olduğu “gerçeğini” gösterir. Coubertin için boks kapitalist toplumun temel ilkesini – “yaşam için mücadeleyi” – somutlaştırır, bu nedenle de burjuva gençliğinin yetişmesinde ana araçtır. (55) Ne var ki Coubertin’e göre “saf bir erkek sporu” olan boksta “efendi ırkın” ana özellikleri olarak en fazla ifade edilen kazanma arzusu, hızlı karar verme, “çelik atiklik” (Hitler), sebat ve cesarette “siyah” sporcuların tartışılmaz üstünlüğü kurulmuştur.

Coubertin’in zamanında bile sporun gelişimindeki eğilimleri açıkça hatırlatan spor alanındaki “gerçekler” Coubertin’in genetiğe bağlı anlayışına göre analiz edilirse şu sonuçlara varırız: öncelikle doğal ayıklanma ilkesine göre uygarlığın gelişimi beyaz ırkın “renkli” ırklar üzerinde fiziksel “üstünlüğüne” yol açmamıştır, tam tersi olmuştur; ikinci olarak beyaz ırkın “saflığı” onun gelişimine değil, dejenerasyonuna yol açmıştır ve üçüncü olarak beyazlar ve siyahların karışımı beyazların genetik özelliklerinin gelişimine ve siyahların genetik özelliklerinin zayıflamasına yol açmıştır. Coubertin için Olimpik galiplerin insanoğlunun “seçkinlerini” temsil ettiğini, bu nedenle beyaz “üstün ırkta” vücut bulan kapitalizmin baskın ruhunun sembolik ifadesi olan religio athletae’nin (sporcu dini (ç.n.)) temsilcileri olduğunu düşünürsek çelişki tamamlanır: “aşağı ırkların” temsilcileri beyaz ırkın “üstünlüğünü” kanıtlayan “galip ruhun” taşıyıcıları haline gelirler! Coubertin için beyaz ırkın “gelişiminin” “ilerlemenin” temel göstergesi olduğunu da eklersek Coubertin’in evrimsel gelişim teorisinin hiçbir anlamı olmadığı açıkça görülür. Coubertin’in ırkçı teorisinde apriorizme yükseliş sağlayan evrimcilikle “gerçeklere saygı duymak” konusunda ısrar eden pozitivizm arasındaki değişmez çelişki doruğa çıkar.

Coubertin’in ırkçı kavramındaki en büyük tutarsızlık, hayvan dünyasında baskın davranış kalıbı olan hayatta kalma mücadelesinin insan ilişkilirinde de da baskın olması gerektiğini ilan etmesinde ve aynı zamanda “aşağı ırkların” mücadele hakkını reddetmesinde yatar: Coubertin’in ırkçı teorisiyle “evrensel” varolma mücadelesini, beyaz ırkın “renkli ırklar” üzerindeki baskın durumunu sonsuza dek koruma ayrıcalığına dönüştürür. Burada Coubertin burjuvazi ve işçilerin (kadınların) sosyal konumlarını belirlemek için bir model uygulamıştır: evrimin seyrinde beyaz ırk bir yırtıcı hayvanın özelliklerini almışken “renkli ırklar” geviş getiren hayvanların özelliklerini almıştır. Buradan da bir kurdun koyunu mideye indirmesinin doğal hakkı olup, koyunun da doğal “zorunluluğunun” kurda karşı koymamak olduğu fikrine ulaşılır. Coubertin “renkli ırkları” spor sayesinde baskınlık mücadelesine dâhil etmek için değil, onların “üstün (beyaz) ırkın” üstünlüğünün kalıcı olarak kurulu olduğu “dünya (sömürge) düzenine” kaynaşmalarında sporu bir araç olarak kullanmaya çaba gösterir. O, diğer ırkların temsilcilerinin beyaz ırkın temsilcileriyle eşit temelde katılımına hak vermek taraftarı değildir, fakat baskın beyaz “seçkinlerin” “aşağı ırkların” spor alanında efendileriyle birlikte katılımlarına hak verme taraftarıdır. Bu, “efendi ırkın” sonuç olarak itaat eden halkları özgürlükçü mücadelelerinden vazgeçirecek ve sömürgeci düzeni koruyacak “merhametli” (la charité) bir davranıştır. Coubertin Hindistan’daki İngiliz sömürgeci egemenliğini model olarak gösterirken sporun “aşağı ırkların” sömürgeleştirilmesinde “etkin” bir araç olduğunu belirtir. Sporun “yerliler” arasında yayılması gerekliliği hakkında konuşurken Coubertin şu sonuca varır: “Spor genellikle disiplin etmek için güçlü bir araçtır. Her türlü olumlu sosyal özellikleri, sağlığı, hijyeni, düzenliliği ve kendini kontrolü oluşturur.” (57) Spor, sömürgeleştirilmiş halklarda bastırılmış bir bilinç yaratmanın aracı ve bu insanların efendilerinin ruhsal yörüngesine “işlenmiş” köleler düzeyinde kaynaşmalarının yolu haline gelir. Coubertin’in Katolik “misyonlarda” “aşağı ırkların” ruhsal sömürgeleştirilmesinde model bulması tesadüf değildir. Coubertin’in Olimpik felsefesinin temel ilkesi “spor aşkı” değil, işçilerin ve “aşağı ırkların” etkili olarak bastırılmasıdır. “Olimpik pasifizm” sömürgeleştirilmiş halkların hem kendilerini sömürge baskısından kurtarma mücadelesinden hem de beyaz ırka karşı mücadeleden sonsuza dek vazgeçmek demektir; yani “efendi” (beyaz) ırkla “aşağı ırkların” mücadelesinin “olasılık eşitliği” formunu alarak kurulu “dünya düzeninin” değiştirilmeyip sağlamlaştırıldığı yer olan spor alanına taşındığı anlamına gelir. Bu, ırklar arasındaki mücadele üzerine kurulu evrimin sonunu işaretler ve insanoğlunun gelişiminde “mükemmelleşme”, “barış” ve “ırklar arası dayanışmaya” dayanan yeni bir devir başlatır. Yeni kurulan “Olimpik zaman sayımı”, beyaz ırkın dünyayı tamamen fethettiğini, hem tarihin sonunu hem de ırksal ve sosyal kökeni önemli olmaksızın bütün insanların özgür ve eşit olacağı gelecek hayallerinin sonunu temsil eder. Coubertin Nazi rejimini destekler çünkü onda “sonsuz barışı” kuracak gücü bulur. Coubertin Hitler’in “Mein Kampf”ındaki (“Kavgam” (ç.n.)) “pasifistik” bakış açısıyla aynı paraleldedir: “Doğrusu pasifistik-hümanistik düşünce ancak erdemli bir adam dünyayı fethedip ona dünyanın tek hâkiminin kendisi olacak şekilde boyun eğdirirse iyi olabilir.” (58) Naziler Coubertin’den daha da ileri gittiler: ilan ettikleri amaçları yalnızca “sonsuz barışı” kurmak değil, “dünyadaki bütün halkların mutlu olacağı” bir düzen kurmaktı! (59)

Coubertin’in düşüncesindeki başka bir çelişki güçlü olan tarafından yönetilen düzene saygı göstermeleri için ulusların “eğitilmesinde” spor alanındaki galiplerin her zaman beyazlar olduğu “aşağı ırkların” temsilcilerinin olmadığı varsayımıdır. Aksi taktirde spor beyaz ırkın “efendi ırk” olduğu mitini dağıtma aracı değil, haklarından mahrum edilen insanların direniş bilincini oluşturmak için bir araç haline gelir. Coubertin’in bu tehlikenin farkında olduğu, “yerlilerin” yalnızca ulusal bilincin oluşmasına katkıda bulunup sömürge gücünün otoritesini tehlikeye atmayacak sporları yapması için sömürge otoritelerini uyarmasından açıkça bellidir. (60) “Aşağı ırklar” arasında spor propagandası yapmanın ve onlara efendileriyle spor alanında yarışma fırsatı vermenin “efendi ırkın” sömürge stratejisinin bir parçası olduğu akılda tutulduğunda Coubertin açıkça “aşağı ırklar” arasında sporun yayılımına her bedel karşılığında değil, yalnızca “üstün ırkın” onu kendi baskın konumunu sağlamlaştırmak için kullanabilmesi durumunda desteklemektedir. Spor, sömürge gücünün sürekliliğine katkıda bulunduğu sürece spor alanında yenilgiyi kabul etmek gerekli bir kötülüktür. Bu stratejik bir amaca ulaşmak için gerekli bir taktik hareketidir: “aşağı ırkların” özgürlükçü bilincini yıkmak ve onları küresel sömürge düzenine kaynaştırmak amacına. Coubertin’in genetik teorisinde bunun geçici bir hareket olduğu görülebilir. “Aşağı ırklara” spor alanında “üstün (beyaz) ırkla” birlikte katılım “hakkının” verilmesi “efendi ırkın” “mükemmelleşmesine” değil, zayıflamasına yol açar. Acaba Coubertin Hitler’in yalnız “üstün ırkın” temsilcilerinin yarışmasına izin verilen Olimpiyat Oyunları modeli için aslında çaba göstermiyor muydu? Coubertin’in Olimpiyat Oyunları’nın “uygar milletler” arasında bir yarışma olduğu şeklindeki asıl Olimpik fikri ve antik ırkçı Olimpiyat Oyunları’nın “kendi” Olimpiyat Oyunları için tartışmasız bir model olduğu görüşünü hesaba katarsak, Nazilerin Olimpik mirasın varisleri ve Olimpik idealinin koruyucuları olmalarını istemesi çok daha derin bir anlam içerir.

Olimpizm ve Paternalizm

O

Coubertin modern toplumda kazanılan insan ve sivil haklarla baş edebilmek için vatandaşı toplumun kurucu bir parçası olmaktan çıkararak yerine aile ve ırkı (ulus) koyar. Bu şekilde sivil toplumu yok ederek onu hayatta kalması ve gelişimi doğal yasaların etkileriyle şekillenen ve hayvan dünyasının sürekli gelişimini temsil eden bir kuramsal bütünlüğe indirger. Aslında Coubertin toplumu bir insan topluluğu olmaktan çıkarır ve tuhaf bir “uygarlaşmış” sürü gibi bir hayvan (biyolojik) topluluğuna indirger.

“Naturalist” konseptinin temelinde Coubertin “toplumun temel hücresi” olarak kadın ve çocukların pater familias’ın tartışmasız otoritesine boyun eğdikleri ataerkil aileyi görür. (31) Aile doğrudan ve kendiliğinden doğa yasalarından ortaya çıkan bir sosyal yapının birincil şekli olarak görünür ve bu nedenle sosyal düzenin temelini temsil eder. Aile hiyerarşisi biyolojik-üreme rolleri ve toplum yapısının temeli olarak “güçlü olanın hakkı” üzerinde kuruludur. Aile toplumun yalnız biyolojik hücresi olmakla kalmaz, aynı zamanda toplumun hiyerarşik ve otoriter yapısının ilk ve en önemli “doğal” ve bu nedenle de tartışmasız temeli olur. Aile temel toplumsal farzla bir “ortaklık”, yani bir “sosyal fikir birliği” eğilimi oluşturur. Comte bu konuda şöyle demektedir: “Hiç şüphe yok ki hiçbir doğal ekonomi insan ailesini oluşturup mantıklı bir sosyal düzenin gerekli biçimi haline gelen bu mutlu kendiliğinden bağlılık kadar takdir edilmeyi hak etmez”. (32) Bu nedenle Coubertin için kadınların özgürlük mücadelesinin en kötü suç olması tesadüf değildir: ataerkil ailenin dağılması kapitalist toplumun (doğal düzenden ortaya çıkmış) otoriter temelinin sarsılması demektir ve bu da toplum düzeninin üzerinde kurulu olduğu güç hiyerarşisinin sarsılması anlamına gelir. Aileyi bir “kutsal kurum” olarak savunan Coubertin “cinsiyet eşitliği” düşüncelerine ve evliliği “özgür ortaklık” olarak gören fikirlere saldırır ve bunları mantık dışı olmakla kalmayıp “her şeyin düzenine” karşıt ilişki sistemleri ortaya koyan “huzur bozucu teoriler” olarak adlandırır. (33)

Coubertin aile içindeki kadını, “doğal” konumu nedeniyle fiziksel ve düşünsel olarak “daha aşağı” bir yaratık olarak, yani “zayıflığın” sembolü olarak ilan eder. Olimpiyat Oyunları’na kadınların katılımını şiddetle kınar. Ona göre kadınların yer aldığı toplumsal spor karşılaşmaları “korkutucu” olmaktadır. (34) 1928 yılında Amsterdam’da düzenlenen IX. Olimpiyatlar’da yer alanlara verdiği mesajında Coubertin kategorik olarak şunları söyler: “Oyunlara kadınların katılımına şiddetle karşıyım. Onların sayıları gittikçe artan yarışmalara katılmalarına izin verilmesi benim isteğim dışında olmuştur.” (35) 1935 yılının Ağustos ayında Alman Radyosu’nda yapılan ve 1936 yılındaki Nazi Olimpiyatları’na ithaf edilen söyleşide Coubertin şöyle der: “Gerçek Olimpiyat kahramanı benim gözümde yetişkin erkektir diye söylemiştim.” (36) Olimpiyat galipleriyle ilgili konuşurken de bu görüşlerini tekrarlar: “Her zaman yinelediğim gibi, tek gerçek kahraman yetişkin erkektir, yani ne kadın ne de takım sporlarıdır.” (37) Takım yarışmalarını “ikincil” sporlara indirgeyen Coubertin devam eder: “Gerekli görülürse kadınlar da burada yer alabilir. Şahsen ben kadınların toplumsal yarışlara katılımını onaylamıyorum, ama bu demek değildir ki kendilerini topluma teşhir etmemeleri kaydıyla pek çok spor türünü yapmaktan kaçınmalılar. Olimpiyat Oyunları’nda daha önceki zamanlardaki yarışmalarda olduğu gibi kadınların rolü kahramanları ödüllendirmek olmalıdır.” (38) Coubertin’in doktrininde spor, ilkel ve acımasız bir cinsiyet ayrımcılığının siperidir ve Olimpizm de onun “insancıl” bayrağıdır.

Coubertin bütün “Olimpik” yaşamı süresince kadınların insan ve sivil haklarına karşı fanatik biçimde savaştı. Coubertin eşitlik için savaşan kadınlar için aşağılayıcı sıfatlar kullanır ve onları “feministlere” indirger. Onların mantıklı karar alma yetisini reddetmeye kadar ileri gider: “büyük hümanist” Coubertin, “duygularından çok mantığıyla hareket eden kadın yalnızca anormal değil, aynı zamanda korkunç bir yaratıktır” der. (39) Evi belirli bir bölge olarak görüp evin kadının “özgürlük” (“ev ekonomisi”) alanı olduğunu belirtir. Kızların yetiştirilmesindeki temel amaç onların anne olmaya, çocuklara ve pater familias’a bakmaya ve ev işleri yapmaya fiziksel ve ruhsal olarak hazırlanmasıdır.

Coubertin, insanı en çok sevme ve sevilme hakkından yoksun bırakarak sakat bırakmıştır. İnsanlar arasında gerçek arkadaşlık olması olanaksızdır. Karının kocasına olan “sevgisi” kocanın otoritesine mazoşistçe bir boyun eğmeye indirgenir. Bir pater familias’ın karısı ve çocuklarıyla olan ilişkisi, onun ailenin ekonomik direği ve desteği olma rolü ile ailenin doğası gereği sosyal gücün hiyerarşik yapılanmasının temeli olmasıyla belirlenir: pater familias toplumun otoriter yapısının temel bariyeridir. İnsanlar arasındaki ilişkiler egemenlik düzenine ve insanların buna uygun olarak oynadıkları rollerle belirlenir. Toplumun kurucu parçası insan değil, ırk ve aile olduğuna göre, bir ırk ve cinsiyet olarak insanların rolleri ve buna bağlı olarak yükümlülükleri ilişkilerinin temeli ve yapısını temsil eder. Pater familias karısına bir insan olarak davranmaz ve ona karşı sevgi beslemez. Erkek ve kadın arasındaki seks ilişkileri biyolojik (üreme) fonksiyonlarıyla belirlenir ve erkek ile dişi arasındaki ilişkilere karşılık gelir. İnsanları hayvanlardan ayıran bir ırkın (milletin) mensupları olarak ırkın biyolojik üremesini sağlamak için bir “toplumsal görevleri” olmasıdır, burada kadın, ırkın üremesi için bir araca ya da özel bir ırkın (milletin) kuluçka makinesi olmaya indirgenmektedir. Bir kocanın görevi karısını döllemek ve ailesini desteklemekken bir karının görevi çocuklar doğurup onları büyütmektir. Evlilik, özgür insanların birlikteliği değil, bir millete (ırka) görevle bağlanmış üreme organlarının kurumsallaştırılmış esaretidir. Kadına evlilikte veya evlilik dışında seksüel tatmin hakkı verilmez, kadın seksüel ihtiyacını çocuklarına olan sevgisine dönüştürür. Diğer taraftan pater familias evlilik dışı seksüel tatmine yetkilidir, karısı kocanın “maceralarını” “gözlerinde yaşlarla” kabullenmelidir (40) ve eğitimli bir köpek gibi “her zaman yerinde durarak” kocasına katlanmalıdır. (41)

Coubertin’in çalışmalarındaki onun kadınlara karşı inanılmaz aşağılayıcı bakışına, burjuva yorumcuların bu kadar kolay ve aldırmazlıkla karşılamaları şaşırtıcıdır. Boulongne Coubertin’in “ıslah olmaz bir kadın düşmanı” olduğunu söyler ama hemen arkasından “büyük bir hümanist” ilan eder. Coubertin’in “renkli insanları” “daha aşağı ırklara”, Avrupalı işçileri ilkel “kitlelere” indirgediği gerçeğini göz önüne alırsak Coubertin’in “kocaman yüreğinde” yalnızca aristokrasi, burjuvazi ve tabii ki Nazilere yer olduğunu anlarız. Coubertin Nazilere ölümünden sonra yapılmak üzere özel bir Olimpik görev vermiştir: cesedinden kalbini çıkartıp antik Olympia’ya gömme. Naziler onu hayal kırıklığına uğratmadılar: verilen görevi ustaca ve şevkle yerine getirdiler.

“Güçlü olan haklıdır” İlkesini Mutlaklaştırmak

19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da bulunan zengin gençlerin pek çoğu gibi Pierre de Coubertin de İngiltere’yi tartışılmaz bir model olarak görüyordu. Onu bu kadar büyüleyen İngilterenin kapitalizmin beşiği olması, parlementer rejimin ilk orada çıkması yada aydınlanma değildi, ülkenin emperyalist gücüydü. Coubertin, sömürgeci genişlemenin sırrını ortaya çıkarmak ve gençleri yeni sömürgeci kahramanlıklara teşvik etmek üzere İngiltere’ye gitti. Olimpiyat Oyunları’nın öncesinde toplum önünde, hararetli bir milliyetçi gibi konuşan Coubertin’nin, politik yazıları şu sloganla biterdi: “Vive la France!” (“Yaşasın Fransa!” (ç.n.)).Onu kışkırtan fanatizmin kökleri yalnızca Fransa’nın Prusya karşısında aldığı utanç verici yenilginin oluşturduğu komplekse bağlı değil, aynı zamanda sosyal güç ve egemenliğin kalıcı temeli olarak gördüğü maddi zenğinliği egemen “seçkinlerin” lehine arttırma arzusundandır. İngiliz İmparatorluğu’nun sömürge gücünün kökenini bulmak amacıyla İngiltere’de dolaşırken, İngiliz reformcu ve Rugby okulu Müdürü Thomas Arnold’un öğrencisi olan Thomas Hughes’ın, kendi açısından öğretmenin pedagoji anlayışını özetlediği “Tom Brown’ın Okul Günleri” adlı kitabıyla karşılaştı. Coubertine göre Thomas Arnold İngiltere’ye yayılan pedagoji reformuyla yalnızca “İngiliz İmparatorluğu’nun temellerini atmakla (1) kalmayıp, İngiliz toplumuna hükmeden ve İngiliz emperyalist “seçkinlerinin” tamamlayıcı düşünsel gücü olan sömürgeci Avrupa devletlerinin egemen “seçkinlerini” kamçılayan Sosyal Darwinizm ve yayılmacılık ruhunu bütünüyle içeren yeni bir felsefenin kurucusu oldu. Coubertin şöyle diyor: “Yüzyılımızın tarihini incelemeye başlarsak endüstriyel bilimin buluşlarıyla ortaya çıkan manevi yozlaşmaya şaşırırız. Yaşam büyük bir değişiklik geçiriyor, insanlar ayaklarının altındaki yerin sürekli kaydığını hissediyor. Etraflarındaki her şey değiştiği için tutunacakları bir şey kalmıyor, çevrelerinde dev surlar gibi yükselen maddi güçlere karşı bir denge bulmaya çalışırken, bu karmaşada bertaraf olmuş ahlaki güç unsurlarını el yordamıyla arıyorlar. Bu durum bence 19. yüzyıldaki çarpıcı beden rönesansının felsefi kökeni olmuştur. (…) Daha sonra günümüzün refahında ve ülkesinin olağanüstü genişlemesinde başka herhangi birisinden çok daha fazla sorumlu olan, modern zamanların en büyük eğitimcisi Thomas Arnold geldi. Onunla birlikte atletizm büyük bir devlet okulu içine girdi ve orayı değiştirdi; onun elleriyle biçimlendirilmiş ilk kuşak dünyaya dağıldığı günden itibaren İngiliz İmparatorluğu yeni bir görünüşe büründü. Bir avuç iyi adamın toplumu değiştirebileceği gerçeğini gösteren bu kadar çarpıcı bir örnek belki de yoktur.” (2)

Coubertin Modern Çağın, yaşamı anlamdan yoksun bıraktığı görüşünden yola çıkar. Fakat “manevi düzensizliğe” karşı çözümü ve “maddi güçlerin dengelenmesi” işini aklın alanında yapmak yerine, endüstri ve bilimi de kapsayan akılsız emperyalist ve baskıcı aktivizm alanında yapar ve yaşamın amacı üzerinde yükselen ve o durumda çok gerekli olan yaşamın amacı nedir, sorusunun yönünü değiştirir. Arnold üzerinden bir mit yaratmak yoluyla Avrupa kültürünün aydınlanma mirasını ve modern toplumu rededer, genel medenileşme sürecinde ve Avrupa toplumlarının genişlemesinde “yeni” bir başlangıca işaret eden ruhani bir akım oluşturmaya çalışır. Coubertin’nin Arnoldla kurduğu keyfi ve kuralsız ilişkiye baktığımızda, Arnolda ait fikirlerin tamamıyla ilgilenmediğini, Yeni Çağın ilerlemeci ruhuyla ve akıl ve manevi sınırları hoş karşılamayan Avrupa kapitalizmin genişleme amacına uyumlu, yeni bir egemenlik ideolojisi kurmasına yardım edebilecek noktalarla ilgilendiğini görürüz. Arnold’un pedagojisini en uç noktada ele alarak güçlünün güçsüze karşı kuvvet kullanma anlayışını kılı kırkyararak meşrulaştırır/sağlamlaştırır ve onu sosyal yaşamın evrensel ilkesi haline dönüştürür. Arnold pedagojisinin nihai amacı olan“kuvvetli Hıristiyanlar” yaratmakla  alakası yoktur onun. Bunun yerine Sosyal Darwinist yasaların azgın etkilerini kapsayan, yeni bir “seçkinler ırkı” yaratmak amacıyla spordan nasıl yararlanacağıyla ilgilenir. Bu yarışmaya zenginlerin “daha aşağı ırklar”; çalışan “kitleler” ve kadınlar üzerinde totaliter egemenlik kurma ve “yeni bir toplum (pozitif)” yaratma görevini yükler.

Yves-Pierre Boulongne, Coubertin’in Arnold’la olan ilişkisi hakkında konuşurken şu sonuca varır: “Coubertin Arnold’un teorisini tereddüt etmeden almıştır. Çünkü, Coubertin, o dönem güç kullanma arzusunu içlerinde uyandırmak için çaba gösteren bir sosyal çevreye aitti. Kişinin kaslarını güçlendirmek, irade sahibi, cesur olabilmek, kendini tehlikeye atabilmek Fransız politik ve askeri çevrelerinde ana konulardı. Bunlar, milliyetçi reformun doğasındaki yüksek amacı ortaya çıkarma arzusunun ifadesiydi. Coubertin, tamamıyla odaklandığı elitizm, özel olan bu katı atmosfer ve kasların aşırı kullanılmasını Rugby, Cambridge ve Eton’da buldu. (3) Boulongne’ye göre Arnold’ın düşüncesinde “üç yüz, yüz, hatta elli öğrenciye sahip olmak önemsenmezdi, fakat hepsinin Hıristiyan-centilmen olmaları önemsenirdi” Coubertin bu düşünceyi şöyle çevirdi: “her zaman seçkinlere sahip olmak istiyorsanız, çoğunluğun içinde ortalama yeteneklerle kıyaslanmayacak kadar büyük, kusursuzluğun temsili küçük bir grup vardır; Yeni Ahitte belirtildiği gibi kurumların görevi bizzat bunları bulmaya çalışmaktır”. (4) Boulongne şöyle devam ediyor: “Bu faydacı felsefenin, birey merkezli karekter yapılandırmaya yatkın olduğunu bilen Coubertin “bir İngiliz öğrencinin duyguları çoğu kez egoizm sınırına dayanır” der. (5) “bu felsefeyi benimser ve meşruiyetini” şu şekilde savunur: “ Malesef, utangaç, güçsüz, cansız bir adam için yaşam dayanılmazdır… Doğal ayıklanma hiçbir zaman okulda olduğu kadar insafsız değildir. İki tip insan vardır: insanların gözüne doğrudan bakan, güçlü kasları olan, tavırlarının kendine güvenlerini yansıttığı insanlar ve kendilerini yenilgiye uğramış askerler gibi gören, yüzlerinde yaşamdan vazgeçmiş, basit bir ifade okunan, soluk yüzlü insanlar. Okulda dünyaya benzer: güçsüzler yok edilir; böyle bir eğitim yalnızca güçlü olanlara yarar sağlar.” (6)

Arnold’un düşüncesi Hıristiyan ahlakıyla Sosyal Darwinizmin “yumuşatılmasıdır”; Coubertin ise Hıristiyanlığın yerine Sosyal Darvinizmi fetişleştiren Olimpizmi koyar : Modern Olimpik yarışlar hem iyi ve kötü arasındaki mücadeleden, hem de özgürlük mücadelesinden yoksundur. Malesef, Coubertin indirgediği Sosyal Darwinizmi de çarpıtarak kendi politik görüşüne bire bir uygun hale getirmiştir. Doğal ayıklanmaya “seçkinlerin penceresinden bakan” Couberti’nin sık sık başvurduğu evrim yasası bilindiği gibi, hayvanların yaşam mücadelesi kapsamında ele alınır. Güçlü, güçsüz karşıtlığı “evrensel adalete” bağlı canlıların varolmak için savaşma hakkı üzerine kurulur. Coubertini ve onun “pragmatist pedagoji”sini özel kılan güçsüzleri elimine gayreti ve zayıfların mücadele hakkını elinden alma çabasıdır. Onun ilerlemeci evrimciliği yalnız tarihi diyalektiğe ters değil, doğanın diyalektiğine de terstir. Bu tersliğin ana nedeni onun duruşunda gizlidir.

Coubertin’in düşünceleri kendi ölçütlerine uygun değerlendirmeye tabi tutulursa, çelişkisinin temel nedeni yeni bir “ezilenlerin” niteliğinde yatar: yalnızca baskının yada “seçkinlerin” ortaya çıkardığı doğal karşı tepki verme niteliğinde değil, aynı zamanda yeni bir dünya yaratma yeteneğinde, bir güç olacak şekilde birleşme isteği ve becerisinde yatmaktadır. Coubertinin toplumda özgürlük mücadelesini yok sayması, doğadaki güçsüz olanın hayatta kalma kavğasını yok saymak anlamına gelir. “Doğa yasalarında” baskın olan bellum omnium contra omnes (herkesin herkese karşı savaşı-ç.n.) (ç.n.)) mantığıyla doğrudan çelişkide olan güçsüzün güçlüye tartışmasız boyun eğişi, Coubertin’in Olimpik “pasifizm”inin alpha ve omega’sıdır (Yunan alfabesinde ilk ve son harfler (ç.n.)) . Bundan dolayı Coubertin, işçilerin sendikalaşma ve politik örgütlenmelerinin her türüne karşıdır. Ezilenlerin birleşmiş gücüne olan korku, fanatizminin ana kaynağı ve politik stratejisinin temelidir. Sosyal Darwinist Doktrini, güçlünün güçsüze zulmünü haklı çıkarma aracı olarak kullanan Coubertin aristokratik ve burjuva “seçkinlerin” üstünlüklerini tartışılmaz hale getirerek, Sosyal Darwinist yasaların aristokratlar aleyhine olan etkilerini görmezlikten gelerek, Aslında, gücünü “orman yasalarından” alan zengin oligarşinin ayrıcalıklı konumunu sağlama almaya çabalar. Özgürlük mücadelesi artık egemen sınıfın (ırkın) üstün konumunu tehlikeye atamaz, onu yalnızca doğrulayabilir. Daha kesin bir şekilde söylemek gerekirse, burjuva “seçkinin” gücü Sosyal Darwinist yasaların nihai sonucunu temsil eden bir “gerçektir”. Aynı şekilde, Olimpizm bellum omnium contra omnes ilkesini küreselleştirmek için bir araç değildir, bilakis egemen “seçkinin” elinde boyun eğdirmeyi, “düzene nasıl uyulacağını, güçlü olan haklıdır” ilkesi doğrultusunda “öğreten” bir araçtır. Olimpik “aydınlanma”, boyun eğen bir kişilik ve daha aşağı bir ırk bilinci yaratma anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, spor alanında “yerliler” ve efendileri arasında geçen yarışma, “yerliler” için özgürlük mücadelesinden vazgeçmektir.

Coubertinin manipulasyonu, üretim aracı karşısında insanın konumu ve ırk ve cinsiyet olarak iki antropolojik modelde işler: beyaz zengin burjuva “seçkinlerin” antropolojik özellikleri işçilerden, “renkli ırklardan” ve kadınlardan farklıdır. En yüksek insan erdemi olan “egemen ve sahip olmanın ihtiraslı arzusu” (7) Coubertin’e göre (beyaz) zengin sınıfın ayrıcalıklı özelliğidir. “faydacı pedagojisinin en önemli amaçlarından biri burjuvanın hayvan doğasını geliştirmektir, çünkü burjuva doğasından dolayı “tembel bir hayvandır”. (8) Bu nedenle, sporun temel rolü burjuvanın aslen hayvansal olan doğasının sınırlarının üstesinden gelmesini, bir süper-hayvana dönüşmesini ve böylece hayvan dünyasındaki gelişimin en üst düzeyine ulaşmasını sağlamaktır. İşçiler, kadınlar ve “daha alt ırkların” en yüksek erdemi “iyiliktir”, yani kapitalistlere, pater familias (aile babası (ç.n.)) ve sömürgeci efendilere tartışmasız bir itaat ve sayğınlıktır. “Doğası gereği itaat etmeye eğilimli” insanlarda bile köleliğe “başkaldırmanın” var olduğunu düşünen Aristoteles’in aksine, (9) Coubertin bunu antropolojik görüşlerinden pragmatist nedenlerle kaldırmıştır. Comte’ye benzer olarak, Coubertin ezilenlerden, efendilerine merhamet duygusu uyandıracak, ahlaki “üstünlüğü” sahiplenmelerini bekler. Ezilenler kendi “iyilikleri” için, egemen “seçkinlerin” acımasız ve sınırsız hırslarını “yatıştıran” rolü üstlenir ve onların “ahlaki” davranışları sosyal eylemlerinin ana (bedel ödeme) şekli olur. Coubertin’in vaazı Hıristiyan maneviyatından değil, pratik politik nedenlerden esinlenir: işçilerin kızgınlığını yatıştırmak ve sosyal barışı sağlamak için onları politik arenadan yok etmek amacı taşır. Parazit sınıfların hayatta kalması herhangi bir ahlaki düşünceye bağlı olmayan doğa yasalarına uyar. Tıpkı bir kurdun bir kuzuyu yalayıp yutmasının bir ahlak meselesi değil, doğanın yasalarının “gerçeği” olması gibi, “zayıf olanın” (yoksul) “güçlü olan” tarafından zulüm görmesine “karşı çıkmanın anlamsızlaştığı” doğal bir yasadır. (10) Hobbes bu konuda şöyle diyor: “Her insanın her insan karşısındaki savaşında hiçbir şey adaletsiz ilan edilemez. Bu tür bir durumda adaletli ve adaletsiz kavramları yerlerini kaybeder.” (11)

Miloš Ðurić, “güçlü olan haklıdır öğretisinin” Antik Yunan’daki kökeninden bahsederken, Coubertin öğretisinin doğasına dolaylı olarak gönderme yapar: “O doktirinin iki kökü vardır: felsefi teori ve aristokratik politik uygulama, tepeden devrim reaksiyonu. Bu doktrinin yaygın felsefi savunması bizlerin Platon’un Devlet’inden bildiğimiz, Georgia’nın öğrencisi Aharna’lı Callicles tarafından yapılmıştır. Protagoras adaletin toplumsal yaşamı sürdürmek için gerekli olduğunu ileri sürerken, Callicles Platon’un Devlet’indeki sofist ve hatip Trasymachus’la birlikte özgür bir insana adaletin yakışmayıp adaletsizliğin güç ve kuvvet belirtisi olduğunu radikal fikirlerle savunmuştur. Bireysel inatçılık, güç ve kuvvet, kısaca, güç etikleri, ahlaksız erke – bütün bunlar efendinin ahlak kurallarının karşılığı olmaktayken, güçlü ve kuvvetli olan efendilerini korkutmak için güçsüzler tarafından bir silah olarak icat edilmiş adalet ve ahlak kuralları genel olarak kölelerin ahlak yasalarına aittir”. Ðurić şöyle devam eder: “Bu tür öğretilerin Atina’nın tarihindeki sonuçları açıktır. Bunlar nedeniyle gururlu ve hırslı demagoglar en iyi Melos kentinin acımasızca yıkılması ve Syracuse’nin vahim istilasında görülen emperyalist politikaları sayesinde ekmek kazanmışlardır. Bir aslanın voluntarizmi, fakat aynı zamanda bir domuzun hedonizmiyle Callicles, Machiavelli’nin “Prensi” ve Nietzsche’nin “Üstün insan” karekterinin en erken öncüsü olarak görünüyor.” (12) Maddi zenginliğe olağanüstü bir önem vermesine karşın Coubertin hedonizmi desteklemez. Elde edilmiş zenginliğin tadını çıkartmak değil, onu elde etmek için savaşmak, özellikle de kurulu (yağmacı) düzeni korumak egemen sınıfın temel görevidir. Zengin “seçkinlerin” acı dolu tarihsel deneyimlerinden yola çıkarak, bu sınıfın üyelerine rahatlık arzularından dolayı saldırır. Sporu öncelikle onların fetihçi ruhunu geliştirecek ve işçi özgürleştirme hareketinin genişlemesi durumunda burjuvazinin savaşa hazır olmasını sağlayacak bir araç olarak görür.

Coubertin’in doktrini Machiavelli’nin doktrinine benzer, fakat fikirleri oldukça farklılık gösterir. Nitekim Machiavelli’nin iddiasına göre “mücadelenin iki yolu vardır, biri yasalara, diğeri güç kullanmaya uygun olan; ilki insana uygundur, ikincisi hayvanlara. Fakat birinci yöntem çoğunlukla etkisiz kaldığı için ikincisine başvurmak gerekli olur. Bu nedenle, bir Prens hem insanı hem de hayvanı nasıl iyi kullanacağını anlamalıdır.” (13) Coubertin, katı Sosyal Darwinizm’den başlayarak sosyal normları reddeder ve “güçlü olan haklı” ilkesinin toplumsal bütünlüğün tartışmasız temeli olduğunu açıklar. Coubertin Machiavelli’nin “silahlı bütün peygamberlerin muzaffer olup silahsız olanların başarısızlığa uğradığı” görüşüne yaklaşır. (14) Ne var ki, “cesarete” ek olarak “yazgı” ve “talih” de bir egemenin başarısı için önem taşır. Aynı zamanda Machiavellide, Coubertin’in sınıf voluntarizmine karşıt olarak doğa olaylarıyla ilgili yasalarla sosyal olayların kaçınılmazlığı arasında bir benzerlik bulunur. (15) Machiavelli, güce ulaşan “canice ve vicdansızca yolu” anlatırken şu sonuca varır: Aslında yurttaşlarınızı öldürmeyi, bir arkadaşa ihanet etmeyi, verilmiş bir sözü tutmamayı, merhamet ve sadakatten yoksunluğu bir erdem olarak göremeyiz. Bütün bunlar insana güç getirebilir fakat onur getiremez.” Coubertin’in Olimpizm’inde yok edilen “insancıllık” Machiavelli için vazgeçilemezdir. Hatta, “Prens’i mükemmel adamlar arasından sıyıracak” en önemli koşullardan biridir. (17) “İtalya’nın uyanıp yabancılardan kendini kurtarması için yakarış”ında “yabancı egemenliğinden herkesin bıktığı” sonucuna varan Machiavelli (18) Lorenzo de Medici’yi özgürlük bayrağını “haklı savaşlara giden erlerdeki gibi heyecan ve umutla” taşımaya çağırır (19) ve bu Coubertin’in “güçlü olan haklıdır” ilkesini mutlak kılan ve ezilenlerin özgürlük haklarını reddeden Olimpik öğretisine terstir.

Olimpizmin antiaydınlamacı doğası, bu doktrinin görünürdeki dayanağı olan Thomas Hobbes’un felsefesiyle karşılaştırdığımızda da farkedilir. Hobbes insanın hayatta kalmak ve sonuç olarak diğerlerine boyun eğdirmek için mücadele veren egoist bir yaratık olduğunu öne sürer. Bu savı güç ihtirasının insan doğasının değişmez bir özelliği olduğu fikriyle destekler. Coubertin’de de aynı fikirler bulunur. Fakat Hobbes doğanın insanları vücut ve ruh becerileri açısından eşit şekilde yarattığını belirtir. İnsanların varsayılan doğal eşitliğinden yola çıkarak Hobbes onların doğal düşmanlıklarına varır: eşit oldukları için insanlar paylaşamadıkları şeyler için mücadele eder. Devletin oluşumu “herkesin herkese karşı savaşının” (bellum omnium contra omnes) hâkim olduğu “doğa yasalarını” sona erdirir ve toplumsal barış “egemenlik yasaları” ile sağlanır. Hobbes “doğa yasalarının” karşısına devletin yurttaşlarının yaptırımlardan sürekli korkmasını sağlayıp “doğal yasalara” uymaya zorladığı “sivil yasaları” koyar. Buna ek olarak ahlaki şartlar vardır: adalet, alçakgönüllülük, yardımseverlik. Bunlar insan doğasından değil, onları toplumsal yaşamın gerekli koşulları olarak alan akıldan türerler. Devletin birliği herkesin barışçıl ve güvenli bir yaşam sürmesi için ortak iyilik uğruna vatandaşların kendi haklarından vazgeçtiği belli bir anlaşma veya sözleşmeye dayanır. Devlet grupların ve bireylerin kendi isteklerinin temel çıkarlarından yurttaşları kurumlar aracılığıyla korumak olarak ortaya çıkar, yani “adaletin kılıcı”dır. Hobbes’da “ortak çıkar” yurttaşların egemen sınıf olan aristokratların kendi amaçlarıyla karşılaştırıldığı bir şekildir. “Güçlü olan haklıdır” ilkesine otoriteye onu insan isteğinin dışında tutarak ve sonsuz kılarak bir “doğal” yasallık verdiği için karşıttır. Ne var ki, fikirleriyle sınıf egemenliğini ortadan kaldırmaya çalışmaz, aristokrasinin ayrıcalıklı üstünlüğünü yok etmeye çalışan politik bir görüşü vardır. Coubertin kişilerin çelişen çıkarlarından değil, sınıf (ve ırk) çıkarından yola çıkar. Ona göre, toplumun bir parçasını oluşturan vatandaş değil, egemen (burjuva) sınıfın işçi “kitlelere” zorla boyun eğdirmeye yarayan gücüdür. Coubertinde, burjuva toplumu ve liberalizmin oluşma sürecindeki bireyin egoizmi, tekelci kapitalizmde egemen sınıfın egemen egoizmi haline gelir. Bundan dolayı grup ve bireylerin çelişkili egoist çıkarlarının toplumsal varoluşu tehlikeye atmasını engelleyecek olan “ortak çıkarın” oluşturduğu baskı kurumları (“egemenlik yasaları”) için mantık aramaz. Coubertin’in insanı “doğa yasalarını” terk etmekle kalmaz, aynı zamanda onları korumak için elinden geleni yapar. Güçlünün güçsüze uyguladığı sürekli baskı aynı zamanda burjuvazinin savaş kuvvetini korumanın temel aracıdır – ve bu, kurulu (baskıcı) düzeni korumanın temel koşuludur. Hobbes kişisel çıkarları nedeniyle vatandaşlar arasındaki acımasız mücedelenin korkunç etkilerinden toplumu korumak için bir kurumsal yapı oluşturmaya çalışırken Coubertin burjuvaziyi bir sınıf olarak birleştirmeye ve işçi hareketleriyle etkili bir şekilde baş edebilmesi ve “sömürgeci görevini” gerçekleştirmesi için militarizme çağırır. Sınıfsal, ırksal ve ataerkil bir karakter taşıyan “güçlü olan haklıdır” ilkesi, sosyal “birleşmenin” en yüksek ilkesi haline gelir. Coubertin için sorun burjuvazinin gücü eline alması ve bu gücün tekeline sahip olmasıyla çözülür. Yapmak istediği şey o gücü etkili, tartışılmaz ve sonsuz kılmaktır. Bu nedenle Coubertin sivil toplumu ve “yasaların egemenliğini” ortadan kaldırır ve burjuvaziyi mutlak otoritenin doğrudan taşıyıcısı olarak ilan eder. Bu şekilde Coubertin özel ve toplumsal katmanları ortadan kaldırır ve burjuvazinin kısmî (sınıf) çıkarını tartışmasız bir “toplum çıkarı” düzeyine çıkarır. Bundan dolayı Coubertin’e göre burjuvazinin haklı bencil çıkarlarını sınırlayan ve tehdit eden fikirler ve politik hareketler, aynı zamanda “toplumun çıkarlarını” da tehdit eder. Zenğinlerin daha fazla zenginleşme ihtiyacı, özgür gelişimi, toplumsal “ilerlemeyi” temsil eder: Burjuvazinin açgözlülüğü en yüksek insan erdemidir.

Cobertin’nin Hobbes’un orjinal aydınlanma düşüncesinden ne kadar uzaklaştığı, insan özgürlüğünü temel alan, insanın kendini korumak için “her aracı ve her yolu” kullanabilir hakkını kapsayan Hobbes’un doğal yasasıyla, olimpizm arasındaki kıyaslamada görülür.(20) Hobbes’a göre “her vatandaşın kendisi için neyin iyi davranış, neyin kötü davranış olduğuna karar verme hakkı vardır” ve her insan adaletsizliğe başkaldırma hakkına sahip olduğu için kendine baskı uyğulayan “ zorbayı öldürülebilir”(21). Coubertin’e göre Hobbes’un “her insanın doğaya göre eşit olduğunu” belirten dokuzuncu  “doğal yasası” (22) dine küfretmekle eşdeğerdir. Ayrıca, Hobbes egoizmin toplumsal yapı üzerindeki korkunç etkilerinden dolayı Hıristiyan “hümanizmasını” kullanarak bastırmaya çalışır; “Komşunuzu kendiniz gibi sevin”, (23) onun özgün Hıristiyan söylemi olan “Leviathan”ın en önemli ilkelerinden biri olur. Tanrı yalnızca “bütün doğanın yaratıcısı” değildir, aynı zamanda “insanların yüreğinde hareket eder” (24). Kutsal kitaplar en yüksek gerçek olarak tanrısal bilgelik haline gelirler. (25) Coubertin ve Hobbes’un benzerliğini gösteren, Hobbes’un “doğa yasaları”na uyan omnium contra omnes (herkesin herkese karşıtlığı (ç.n.)) ve homo homini lupus (insan insanın kurdudur (ç.n.)) özdeyişleri değil, gerçeğin takibini var olan düzenin korunmasına bağlayan auctoritas, non veritas facit legem (yasayı yapan gerçek değil, güçtür (ç.n.)) özdeyişidir. Ne var ki, bu ilke Hobbes’un Cicero’nun salus populi suprema lex (insanların mutluluğu en yüksek yasa olmalıdır (ç.n.)) özdeyişine dayanan “insanların mutluluğunun” devletin kuruluşunun nihai amacı olduğu savına (26) göre değerlendirilmelidir, ki bu da Coubertin’in burjuva sınıfı lehine olan fikirlerine bütünüyle karşıttır. (27)

Coubertin’in felsefesi, John Locke’nin aydınlanma mirasına da ters düşer. Locke devredilemez “doğal hak” (28) yasasıyla “Sivil Toplumu” oluşturur, yani “Toplum” ya da “Yönetim”de birleşme anlaşma yoluyla olur, (29) “özgürlük, eşitlik ve bağımsızlıkta” ısrar edilmelidir, aksi taktirde, “başka bir insanın Mutlak Gücüne girmeye kalkışan bir insan, diğeriyle kendisini Savaş Hali’ne sokar” (30) özgürlük hakkı ve onu savunma hakkı Locke’de insanın vazgeçilemez temel haklardır, – bu da Coubertin’in “güçlü olan haklıdır” anlayışına dayanan “toplumsal barışına” karşıttır. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sosyo-ekonomik ve politik durum göz önüne alındığında, Lock’un özgürlüğü savunma söylemi işçilerin egemen zengin sınıfın “seçkin” zorbalığına karşı çıkışın bir hitabı olarak yorumlanabilir.

Noam Chomsky’ye bir cevap

N

Noam Chomsky Amerikan emperyalizmine karşı cesur direnişiyle saygıyı hakediyor. Ne yazık ki, 7-8 Mayıs’ta, Belgrad’ta yayımlanan günlük gazete Politika’daki söyleşisinde, Chomsky, Balkanlar’da yaşanan kriz için nihai çözümün Washington’un politikalarını uygulamak olduğunu söyledi.

”Kosova’nın nihai statüsü için gerçekçi çözümün ne olduğunu düşünüyorsunuz ve bu çözüm ABD’nin bugün savunduklarından ne kadar farklı?” sorusu üzerine Chomsky şunları söylüyor: ”Uzun zamandır Kosova’nın nihai statüsü için gerçekçi çözümün aslında Sırbistan Cumhurbaşkanının (Dobria Cosic) önerisi olduğunu düşünüyorum. Bence 1993’te yaşananlar Sırpların bir anlamda bölünmesiydi. Şimdi çok az Sırp kaldı, ancak önceden Sırp bölgesi olan yerler Sırbistan’ın bir parçası olmalıdır, kalanı, kendi ifadeleriyle ‘bağımsız’’ olabilir. Bu da Arnavutlukla birleşmek anlamına gelir. Açıkçası bundan 10 yıl önce de başka bir çözüm görmüyordum”.

Chomsky’nin fikirleri yeni değil. Bu aslında, İkinci Dünya Savaşı’nda faşist Almanya ve İtalya tarafından Kosova için uygulanan ”model”di. Chomsky’nin Yugoslavya’nın eski Cumhurbaşkanı Dobrica Cosic’e gönderme yapmasına gelince: Cosic’in Kosova’nın bölünmesini savunmasının ardında yatan sebepler göz önüne alındığında bu gönderme aslında epeyce sorun taşıyan bir mazeret.

Chomsky’nin bakış açısı Amerikan yönetimininkiyle aynı. Yani, Chomsky Kosova sorununa ilkeli ve adil bir çözüm değil ”gerçekçi bir çözüm” getirmekten söz ediyor. Chomsky’nin ”gerçekçiliğinin” asıl temelleri nedir? Öncelikle Arnavutların Kosova’da çoğunluk olmaları ve Sırbistan’da yaşamak istememeleridir. Eğer Amerika Arnavutların arkasında durmasaydı Chomsky’nin ”gerçekçiliği” gerçekten ”gerçekçi” olur muydu? Bu durumda, başka tür bir gerçekçilik geçerli olmaz mıydı? Yani Arnavutların Sırbistan nüfusunun yüzde 15’ini temsil ettikleri ve  çoğunluğu teşkil eden Sırpların Kosava’nın Sırbistan’dan ayrılmasını istememeleri gerçeği gibi. Chomsky’nin ”gerçekçi çözümü”  bir yandan aslında Chomsky’e göre bile Amerika tarafından örgütlenen ve silahlandırılmış olan Arnavut teröristler tarafından Sırpların ve Arnavut olmayan diğer  grupların (yaklaşık 300 000 kişi) etnik temizliğe uğratılmalarının yarattığı sonuçlara, öte yandan da Arnavutluk’tan getirilen yüz binlerce Arnavut’un Kosova’ya yerleştirilmesine dayanmaktadır.

Etnik çoğunluğun ”kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi, Avrupa ülkelerindeki etnik azınlıklar sorununa çözüm olarak uygulansaydı ne olurdu? Chomsky’ye göre, Arnavutların Batı Makedonya’dan ayrılması ve Arnavutluk’a katılması ”gerçekçi bir çözüm” olur muydu? Ya da Yunanların, Arnavutluk’ta çoğunluk oldukları toprakları ilhak etmeleri ”gerçekçi bir çözüm” olur muydu? Ya da Türklerin, Bulgaristan ve Yunanistan’da çoğunluk oldukları yerleri ilhak etmeleri? Veya Macarların, Romanya, Sırbistan ve Slovakya’da nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları yerleri ilhak etmeleri? Peki ya Abazya, Güney Osetya, Dağlık Karabağ?.. Ya Katalon, Bask ülkesi, Korsika, Güney Tirol, Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu bölgeler veya Kırım ve Ukrayna’da Rusların yaşadığı bölgeler ve Rus nüfusunun çoğunlukta olduğu Baltık devletleri?

Chomsky, Kosova’da yaşayan Arnavutlara, ulusal bir azınlık olarak kendi devletlerini kurma ve Arnavutluk’a katılma önerisinde bulunuyor. Ya Bosna-Hersek’te ulusal azınlık olmayan ama ülkenin kurucu halklarından olan Sırpların ve Hırvatların hakları, onların kendi bağımsızlıklarına karar verme hakları?..

Acaba Chomsky bu ”gerçekçilik” anlayışıyla aslında Amerikan yönetimi tarafından açıkça desteklenen etnik temizlik ilkesine meşruluk kazandırdığının farkında mıdır? Asıl niyeti ne olursa olsun, Chomsky’nin anlayışı, farklı etnik topluluklardan oluşan devletlerin şiddet yoluyla bölünmesine bir davet anlamına geliyor. Bu, içinde 24 ulusun yaşadığı Sırbistan için ne demek? Bu durumda, Sırbistan’ın neredeyse bütün sınır bölgeleri, komşu ülkelere ilhak edilmeleri için ulusal çatışmaların kışkırtılabileceği bölgeler haline gelir. Ülkede Müslümanların ve Macarların yaşadığı bölgelerde (Voyvodina) kışkırtmalar zaten yaşanıyor.

Sırp devletinin kuruluşunu ve insanların ulusal bilinçlerini temsil eden bu kısmının ülkeden ayrılması Sırplar tarafından nasıl ”barışçıl” bir şekilde kabul edilebilir? Sırplar Kosova’yı asıl işgal edenlerin Arnavutlar değil, Amerikalılar olduğunun farkındalar. Chomsky, Kosova’da kurulmuş olan Amerika’nın Avrupa’daki en büyük askeri kampı ”Bond-Steel” kampının varlığından hiç söz etmiyor. Aslında Amerikalıların Kosova’yı Sırbistan’dan ayırıp Arnavatluk’a katmak istemelerinin esas sebebi bu. ABD, Avrupa ve Rusya’yı birbirinden ayırmak ve Avrupa’nın Ortadoğu’ya yakınlaşmasını engellemek için Balkan ve Doğu Avrupa devletlerini askeri bir koridor haline getirmeye çalışıyor. ”Büyük Arnavutluk” gerçekleşirse, burası, Amerika’nın Avrupa topraklarında yerleşme planının esas stratejik noktası haline gelecektir. Kendisiyle yapılan söyleşide Chomsky, NATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasının acil sebebinin, Miloseviç’in Rambouillet’ta Amerikalıların 30 000 NATO askerinin Yugoslavya’da görevlendirilmesini talep ettikleri metni imzalamayı reddetmesi olduğunu  ”unutmuş”. Aslında bu metinle, Miloseviç’in ülkesinin işgalini onaylamasını talep ettiler.

”ABD savaşı neden başlattı?” sorusuna cevap olarak, Chomsky, John Norris tarafından yazılan bir kitaptaki şu ifadelere atıfta bulunuyor: ”Savaşın gerçek nedeninin Kosova’daki Arnavutları korumakla hiç ilgisi yok. Savaşın gerçek nedeni, Sırbistan’ın kendisinden istenen sosyal reformları ve piyasa reformlarını yapmamasıdır; yani ABD tarafından dikte edilen neoliberal programları kabul etmeyi reddeden Avrupa’daki tek yer olmasıdır. Tabii bunun durdurulması gerekiyordu.” Aynı söyleşide Chomsky Miloseviç’in ”yönetimden uzaklaştırılması gerektiğini” ve zaten ”Eğer Arnavutlar oy verseydi, 90’ların başında muhtemelen yönetimden uzaklaştırılmış olacağını” söyledi. Chomsky, Sırp siyasi grupları içinde ABD için ”Truva atı” rolü oynayan ve Miloseviç’i devirmek için ABD’den yüz milyonlarca dolar alanları ve ayrılıkçı Arnavutları Miloseviç’i düşürmüş olması gereken güçler olarak görüyor. Bir kişi nasıl olur da, hem ABD’nin Balkanlardaki kanunsuz siyasetlerine karşı savaşır, hem de orada Amerika’nın siyasetlerini uygulayan siyasi güçleri destekler?

Chomsky’nin Miloseviçle ilgili görüşleri ne? Chomsky, Miloseviç’in ”birçok suç işlediğini”, ”iyi bir insan olmadığını”, ”çok kötü bir insan olduğunu, ancak ona karşı suçlamaların da hiç bir zaman kanıtlanmamış olduğunu” düşünüyor. Chomsky, ”Siz bir Miloseviç sempatizanı mısınız?” sorusuna, şu şekilde cevap veriyor; ”Hayır o çok kötü bir insandı… Onunla kesinlikle konuşmazdım ve yemek yemezdim. Evet, işlediği suçlara karşılık yargılanmayı hakediyor, ancak yargılanması birazcık adil olsaydı bile tamamlanamayacaktı [kaldı ki, olan biten] maskaralıktı, [bu yüzden] aslında öldüğü için mutlular.”

Miloseviç’in hangi ”suçlardan” dolayı yargılanması ve 90’ların başında neden iktidardan indirilmesi gerekiyordu? Miloseviç çok partili sistemi getiren ve Chomsky’nin desteklediği siyasi güçlerin tamamen karşı olduğu bir şeyi, toplumun siyasi yapılanması için  ulusu değil, vatandaşlığı temel alan anayasayı getiren bir adam. Chomsky tekrar tekrar sorulan bu soruya somut bir cevap vermedi.

Esas olarak, Chomsky’nin Balkan ülkelerinin bağımsızlıklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bir siyasal vizyonu yoktur. Bu olmayınca da ”demokratik özgürlükler”, maskaralıktan öteye gidemez. Chomsky’nin Miloseviç’i devirmiş olması gereken bazı ”demokratik” muhalefet güçleri yaratmasının sebebi budur; yani hiç bir zaman varolmamış güçlerden söz etmesi bundandır. Madeleine Albright birçok defa Yugoslavya’nın, Balkanlarda ABD’nin politikalarını destekleyecek olanları iktidara getirmek için bombalandığını söyledi. Miloseviç’i devirmeye çalışan asıl muhalefet buydu. Bu muhalefet 5 Ekim 2000’de iktidara geldi ve Sırbistan’ı ve Karadağ’ı bir Amerikan sömürgesi haline getirdi.

Batı’nın Sırbistan’a askeri saldırı ile dayattığı ”demokrasi”de, çalışabilen nüfusun yüzde 50’si ve 30 yaş altındaki insanların yüzde 65’i işsizdir. Ortalama maaş aylık 300 Avronun altındadır. Özel sektörde çalışanların hemen hemen yüzde 80’nin sosyal güvenceleri yok. Bu demokrasi ile yalnızca Belgrad’da 80 000’in üzerinde uyuşturucu bağımlısı bulunuyor. Bugün öğrenciler Miloseviç’in dönemindekinin on katı harç ödüyor; zorla özelleştirme sürecinde neredeyse bütün önemli fabrikalar, madenler, su kaynakları ve diğer sosyal tesisler küçük bir para karşılığı Batılı şirketlere ve ülke içindeki mafyaya satıldı. Gayri safi milli hasıla en ağır ekonomik önlemlerin alındığı dönemlerin bile altında; ülkeden göç eden gençlerin sayısı her zamankinden daha yüksek. Batı’yı eleştiren gazeteler ve televizyonlar kapatıldı; insanlar eğer iktidarın politikalarını desteklemiyorlarsa işlerini bir gün içinde kaybediyorlar. Her gün bankalar soyuluyor posta çalışanları öldürülüyor, insanlar mafya çatışmaları arasında ölüyor… Sırbistan Batı standartlarında ”demokratik” bir toplum haline geldi.

Chomsky’nin hoşuna gitse de gitmese de Slobodan Miloseviç Sırp halkının özgürlük mücadelesinin sembolüydü ve hâlâ öyle. Belgrad ve Pozarevac’daki cenaze törenine 5 Ekim 2000’dekinden daha büyük bir kalabalığın toplanması tesadüf değildir. Ana sloganlardan biri ”Kosova Sırbistan’dır!”dı. Eğer Balkanlarda barış istiyorsak üzerinde ısrar etmemiz gereken gerçeklerden biri de budur.

 

Olimpizmin felsefesi

O

Modern Olimpizm, 20. yüzyılın  totaliter ideolojilerinden biridir. Olimpik “misyonerler”in, Batı’nın hâkim manevi gücü olarak Katolik Kilisesi’nin yerine getiremediği görevi yerine getirmeleri gerekmektedir: Dünyanın manevi olarak sömürgeleştirilmesi. Olimpizmin, cellatın baltasını sallamadan önce insanoğlunun kafasına geçirdiği çuval olduğu söylenebilir.

Prof. Dr. Lubodrag SimonoviçE-mail: comrade@orion.rs

Çeviri: Lale Akalın ve Doğa Konukman

Lubodrag Simonoviç, 1970 yılında dünya şampiyoru olan Yugoslavya milli basketbol takımının oyuncusuydu. Birçok Avrupa kulübünde oynadı. 1972 yılında Münih Olimpiyatları’na katıldı. Porto Rikolu bir sporcunun doping kullanmasının saklanması üzerine protesto etmek için olimpiyatları terketti. Felsefe profesörü ve hukuk doktoru olan Simonoviç’in, “Robotların İsyanı”, “Profesyonellik veya Sosyalizm”, “Olimpiyat Aldatmacası”, “Spor, Kapitalizm ve Yıkımı”, “Felsefi Açıdan Çağdaş Olimpiyatlar”, “Yeni Dünya Düzeni ve Olimpiyatlar” ve son olarak da “Olimpiyatlar’n Felsefesi” isimli kitapları bulunuyor. Birçok kitabı yabancı dile de çevrildi. Ayrıca olimpiyatlarla ilgili bir belgeseli de var. Simonoviç, ayrıca politik afişler de çiziyor. Simonoviç, Yugoslavya’da ve yurtdışında bir çok üniversitede ders verdi.

Evli, üç çocuk babası. Belgrad’da yaşıyor.

Simonoviç, yayımladığımız bu yazısını Bilim ve Ütopya dergisi için son kitabının önsözünü özetleyerek hazırlamıştır. Yazı, İngilizceden Doğa Konukman tarafından çevrilmiştir.

20. yüzyılı geride bıraktık. Eğer bu tarihi dönemin ayırdedici olgularını saptamak istersek, spor, mutlaka öncelikli yer tutacaktır. Spor, dinin ortaçağlarda sahip olduğu önemi ele geçirmiştir: Olimpiyat Oyunları modern dünyanın en önemli şenliği haline gelmiş, Olimpiyat fikri ise bu dünyanın kutsal kitabı olmuştur. Modern Olimpik putperestlik, kapitalizmin hıristiyanlığı (diğer dinleri de) sildiği bir bir yapı görevini üstlenmiş ve insanları kapitalizmin manevi yörüngesinde birleştirmeye hizmet eden bir ideolojik araç haline gelmiştir. Önemli spor gösterilerinin takvimi, dini günlerin rolünü üzerine almış, manevi bir eksen olmuştur. Stadyum ise modern dünyanın en önemli tapınma yeri olumuştur. Spor sadece “gerçek şeytanı” (Adorno) gizlemeye yönelik bir ideolojik perde değil, insanlığın kültürel izlerini silmeye, sivil toplumun özgürleştirici mirasını yok etmeye yönelik bir burjuva aracıdır. Modern Olimpizmin temel amacı, dünyayı kültürel bir uluslar topluluğu olarak birleştirmek değil, uygar bir hayvanat bahçesine dönüştürmektir. Stadyumlar daha iyi bir dünya umudunun yokedildiği ve modern barbar sürülerinin üretildiği modern konsantrasyon kampları haline gelmiştir. Spor, sadece “sosyal olarak oluşturulmuş  bir kusuru yatıştırmaya yönelik afyon,” ve böylelikle de “gerçeklikten kaçmanın en temel yollarından biri” değidir (Fromm). Aynı zamanda, insanoğlunu yozlaştırmak için kullanılan bir araçtır: bir spor gösterisi, kapitalist “kutsal ruhun” insanları dölleyerek, onları kapitalist dönüşüme uğramış hayvanlar haline getirme yolunda kullandığı  bir  kutsal törendir.

Modern Olimpiyat efsanesi

Modern Olimpiyat efsanesi, Batı Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin ideologlarının, dünyayı sömürgeleştirme etkinlikleri için “uygarlaştırma” adı altında meşruluk elde etme çabaları uğrunda kullandıkları efsanelerdendir. Olimpiyat efsanesi, “keşif amaçlı” Kolomb yolculuk efsaneleri ve Katolik “misyonerlik”lerin “uygarlaştırıcı” doğası ile aynı kategoridedir. Aynı zamanda, Olimpiyat efsanesinin yaratılması, mitolojik bir bilinç ve kapitalizmin temel ilkeleri olan bellum omnium contra omnes(1) ve citius, altius, fortius(2) şeklinde ifade edilen özlü sözün anlattığı performans ilkesinin mutlaklaştırılması (Leistung) ile mitolojik bir ilişki yaratır. Olimpiyat Oyunları “bir gençlik şenliğidir” (Coubertin)  -ve bu, kapitalizmin yaşam enerjisinin coşması, ve onun  “ölümsüz” değerlerine olan inancın yeniden canlandırılması anlamına gelmektedir. Her dört yılda bir gerçekleşen ve hiçbir şekilde aksamaması gereken Olimpiyat Oyunları’nın “aksaksız tekrarına” atfedilen önem, işte bundan ileri gelmektedir. Modern Olimpizm, 20. yüzyılın en saldırgan, totaliter ideolojilerinden biridir. Bu felsefe, insanlığın özgürlükçü, saygın ruhunu yok etme ve onu dünyanın mevcut adaletsizlikleriyle “uzlaştırma” (Comte) eğilimini taşımaktadır. Olimpizm, 20. yüzyılın manevi gökkubbesini ayakta tutan desteklerden biridir ve böylelikle de tekelci kapitalizmin ana hedeflerinden birine ulaşması için kullanılan temel politik araçtır: demokratik kurumları ortadan kaldırmak ve emekçi sınıf üzerinde dolaysız denetim sağlamak. Coubertin’in kurumlar üzerinde başarılı bir denetim sağlayabilmek için, öncelikle “beyinler üzerinde denetim” sağlanması gerektiği düsturu Naziler tarafından da bir “yeni düzeni” yaratmak amacı ile benimsenmişti ve bugünkü “yeni dünya düzeni”nin  destekçileri için de bir kılavuz ilke olarak hizmet etmektedir. Sürekli olarak sayıları artmakta olan, git gide daha fazla kanlı hale gelen spor gösterileri, aslında insanların dikkatlerini temel varoluş konularından uzaklaştırarak, karar verme yetilerini zayıflatmayı amaçlamaktadır: spor, “kitlelerin en ucuz manevi besin kaynağı” olmuştur (Coubertin).

Olimpizmin eleştirisi, en güçlü kapitalist şirketlerin yönettiği küresel  totaliter bir düzen durumuna gelen kapitalizm bağlamında görülmelidir. Kapitalist şirketler, uluslarüstü kurumlar (NATO, IMF gibi) oluşturdular. Bunlar ulusların ve yurttaşların egemenliği temeline dayanan kurumların yerini almıştır ve kapitalist güç merkezlerinin insanlığı içine alarak kuşatmayı amaç edindiği küresel bir konsantrasyon kampının dış sınırlarını oluşturmaktadırlar. Adına “uluslararası spor kuruluşları” denen kuruluşlar, yönetimdeki siyasal grupların ve çok uluslu şirketlerin truva atı rolünü üstlenmektedirler. Bu kurumlar, otoriter yapıları  ve uluslarüstü yönetmelikleri aracılığı ile,  ulusal ve sivil egemenliği  ilk sorgulayanlar olmuşlardır. Bu kurumlar, ulusal kültürleri yok etmeyi, insanları köle düzeyinde, kapitalizmin manevi yörüngesinde bütünleştirmeyi  amaçlayarak “yeni dünya düzeninin” en önemli aracı olmuşlardır. Olimpizm,  küresel kapitalist totaliter bir rejim kurulması yolunda engel yaratabilecek her türlü normatif (geleneksel, ahlaki, hukuki, dinsel) sınırlamayı kaldırma amacını güden “küresel” ideolojinin tacıdır. Spor, modern yasaların dayandığı en temel insani ve sivil hakların tam tersi kavramları dayatmaktadır: cinsel ayırımcılık; ciddi bedensel yaralanmalara sebep olma ve öldürme hakkı; çocuklara gaddarca kötü muamele; sporcuların modern köleler haline dönüştürülmesi; ilaçların kötüye kullanımı ve sporcuların denek olarak kullanılması; “uluslararası spor kuruluşlarının” anti-demokratik niteliği, özellikle de anti-demokratik yapısıyla, ulusal olimpiyat komiteleri aracılığıyla davranış kurallarını dikte eden Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK)… Bütün bu “ayrıntılar” sporun, kapitalizmin Sosyal Darwinci ve ilerlemeci ruhunun “saf” bir şekilde somutlaşması, bu suretle de küresel pozitif tek fikirlilik oluşturulması yolundaki temel araç olduğunu gösterir: Olimpizm mevcut dünyanın kültü, pozitif hayatın felsefesidir.

Kapitalizmin yeni mesihi: Coubertin

Olimpizmle kurulan bu mitolojik bağ, kurucusu Pierre de Coubertin ile de bir mitolojik ilişkiye yol açmıştır. Hiç abartmış olmadan, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: “Özgür Dünya”nın ideologları “reel sosyalizm”i savunan meslektaşlarının yardımıyla, Coubertin’i Olimpiyat kutsal kitabı ile insanın varoluşunun gerçek amacını ortaya çıkaran yeni bir “mesih” haline dönüştürmüşlerdir. Coubertin’in en bağlı destekleyicileri, onun “seçilmişler” çevresinin bir ferdi olduğunu düşünerek, onu “ilahi baron”  ilan ettiler ve onun  peygamberce niteliklerini ortaya koyan ve “peygamberce” (Olimpiyat) yolunu anlatan efsanevi biyografiyi yazdılar. Kendisine atfedilen bu “ilahi nur”a Coubertin’in kendisi de büyük ölçüde katkıda bulundu. Coubertin, “kiliseyi” modern Olimpik hareket içinde, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK) Üyelerini de “Olimpiyat fikrinin omuzlayıcıları”, yani Olimpizmin kendine özgü havarileri olarak görüyordu. Coubertin, kendini ise Olimpik hareketin “manevi babası” olarak gördü. Kendisi için hayal ettiği, Modern Olimpik putperestliğin “en üst seviyedeki papazı” rolü idi. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (UOK) merkezi, yeni Vatikan haline geldi. Coubertin’in, insanlara yeni bir yaşam amacı kazandıracağını düşündüğü Olimpizmi, modern dönemin hakim düşüncesine (dini, felsefi, bilimsel) dönüştürme arzusunu göz önüne alınca kendine özgü peygambervari bir misyon ile karşı karşıya olduğumuz görülür. Coubertin’in farklılığı, kadim Olimpiyat Oyunlarının “canlandırıcısı” (Le Rénovateur)  olarak ortaya çıkmasıdır. Bunun anlamı şudur: Coubertin, Olimpus tanrılarının “elçisi”, bu suretle de Helen Uygarlığı ve modern uygarlıklar arasındaki organik bağ olarak görünmektedir. Coubertin, Grekler’in  kendilerini “düşünmeye az, kitaplara ise daha da az adadıkları” görüşüne dayanarak bir pozitif insan yaratmak ve bir  pozitif toplum kurmak istemiştir. Ancak, bir yazı yazma hastası olması nedeniyle, (600’ün uzerinde kitap,  makale ve konuşma metni yayınlamıştır), pozitif hayatın en temel prensibi olarak kendisinin gündeme getirdiği ilkeyi gözardı etmiştir. Coubertin’in sözlerine inanılmamalıdır. Yazıları çözümlenince açıkça görülmektedir ki; bu yazılar, okuyucuyu varoluş üzerine can alıcı soruları değerlendirmeye yöneltme amacını gütmemektedir. Coubertin’in yazılarının amacı, okuyucuyu fanatikleştirmek ve onu parazit yönetici sınıfın çıkarlarını takip etmeye yöneltmektir. Coubertin’in Olimpik yazıları, siyasi kitapçıklarla incilvari bir nitelik vermeye çalıştığı “gerçeklerin” bir sentezidir. Bu yazılar, eleştirel ve özgürlükçü (libertarian) bir bilinç değil, yakaran (apologetic) ve boyuneğici (submissive) bir bilinç geliştirirler ve bu suretle de temsil ettikleri “işlevsel” (practical) felsefe ile uygunluk içindedirler.

Coubertin efsanesi onun hayatını “barış” ve “uluslararası işbirliği”ne dayanan “daha iyi bir dünya” yaratılmasına adadığı savına dayanmaktadır. Kadim Olimpiyat oyunlarını “canlandırması” ve bu oyunlara yeni bir ruhla ilham vermesi de bu sava bağlanmıştır. Eğer bu gerçekten böyle ise, sorulması gereken  şudur: Yazı kalıtı 60.000 sayfanın üzerinde olan Pierre de Coubertin, insanlar tarafından neden tanınmamaktadır? Birçok ülkede Olimpiyatların 100. yıldönümü gururla kutlanırken, Coubertin’in yazılarından tek bir satırın bile basılmamış olması nasıl olanaklıdır? Coubertin’in yazılarının sansürcülerinin, onun Olimpiyat fikrinin resmi “savunucuları” olmaları, olayları daha da garip bir hale getirmektedir. Olimpiyatlarla ilgili resmi olarak görevli  beylerin “ilahi baron”a karşı böyle bir tavra girmelerinin temel sebebi, Coubertin’in en temel eserlerinde Avrupa burjuvazisinin militan bir temsilcisi olarak görünüyor olması ve emekçi “kitlelerle”, kadınlarla ve “aşağı ırklarla” başetmenin strateji ve taktiklerini inceden inceye geliştirmiş olmasıdır. Coubertin’in siyasi yazıları, dünyayı yönetenlere, sporu bir araç olarak kullanarak ve bedensel hareketlerle zulüm ve baskı altında ezilmiş kitlelerin özgürleşme çabalarının nasıl etkin olarak engellenebileceği ve nasıl bu kitleler üzerinde küresel bir üstünlük kurulabileceği konusunda politik talimatlar içerir. Coubertin’in ölümünden 60 yıl geçmiş olmasına karşın, halen Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ni oluşturan beyefendilerin ulusal Olimpiyat Komiteleri’ndeki beyefendilerle birlikte Coubertin’in toplu eserlerini yayınlamak yerine, seçilmiş birkaç pasajı basıp topluma “Seçme metinler”(1) (Textes choisis), halinde  sunmalarının altındaki en temel sebeplerden biri budur. Bu seçilmiş metinlerden, Coubertin’in Olimpik doktrinin gerçek doğası ile ilgili belirleyici ifadeler taşıyan hemen her şey çıkarılmıştır. Coubertin kapitalizmin adaletsiz bir düzen olduğunu yazılarında açıklıkla belirtmiştir. Bu, burjuva ideologların her ne pahasına olursa olsun, saklamaya çalıştıkları bir şeydir. Burjuva kuramının neden Coubertin’in eserlerini sistematik olarak gözardı ettiği böylece açıklıkla görülmektedir.

Olimpiyat Oyunlarının babası Coubertin, Hitler hayranı ve Nazi destekçisi

“Sporun apolitik niteliği” ile ilgili popüler tez göz önüne alındığında, Olimpizmi ve “kurucusu”nu yüceltenler bile Coubertin’in gerçek “yüceliği”nin sporun gelişimine olan katkısından değil, sporu “uluslararası işbirliği için köprü oluşturma aracı” yapmaktan  kaynaklandığını düşünmektedirler. Coubertin’in Olimpiyat Oyunları ile ilgili çalışması, “barış politikasının” bir simgesi haline gelmiş, Coubertin ise bir “barış politikacısı” olmuştur. Bu sebeple, hayatının son on yılında açıkça Nazi rejiminin destekleyicisi olarak gözüken Coubertin’in biyografisine hayatının bu bölümünün dahil edimemesi anlaşılabilir bir durumdur. Yine anlaşılır olan bir başka şey de, Coubertin’in Olimpizminin en önde gelen yorumcu ve propogandacılarından biri olan Yves-Pierre Boulongne’in Coubertin’in Nazilere olan kör bağlılığını ve Hitler’e hayranlığını “açıkladığı” çalışmaları dolayısı ile “şizofren” olarak nitelendirilmesidir. Gerçekte, otoriterliğin ve sömürgeciliğin fanatik bir destekleyicisi olan Coubertin için “barışsever” Coubertin efsanesinin korunması, Olimpizm ideologları için olanaksız bir görevdir. Bu suretle, Coubertin uzmanlarının en temel kaygılarından biri, Olimpiyat efsanesini, modern Olimpiyat Oyunları’nın “babasından” nasıl koruyacakları olmuştur: Kopyanın güvenilirliğini sağlayabilmek için, “takipçiler”in orjinali yoketmesi gerekmektedir.

Coubertin’in “ilahi baron” ve “20. yüzyılın en büyük hümanistlerinden biri” olarak gösterildiği kıstaslara göre, Naziler de “hümanist” ve “barışsever” olarak tanımlanmalıdır.  Berlin Olimpiyat Oyunları  “barış” ve “uluslararası işbirliği” simgesi olarak organize edilmemiş miydi? Berlin Olimpiyat Oyunları’nda şu “ünlü” sözü söyleyen Hitler değil miydi? “Olimpiyat alevi hiçbir zaman sönmesin!” Hitler’in 300. 000 Reich marklık cömert katkısı ile kadim Olimpia’nın arkeolojik kazılarını tamamlayanlar Nazi’ler değil miydi? Mimarı Albert Speer’a 400 000 kişi kapasiteli dünyanın en büyük Olimpiyat stadyumu için planlar tasarlaması  talimatını veren Hitler değil miydi? “Olimpiyat Meşalesinin” “kutsal” Olimpiya’dan Berlin’e getirilmesini yani Helen medeniyetinin faşist Alman medeniyeti ile organik yakınlığının simgeleşmesini ve bunun Olimpiyatların en önemli simgelerinden biri haline gelmesini ilk kez organize edenler Naziler değil miydi? Nazi Olimpiyatlarının kendi düşüncesine göre, Hitler’in “güç” ve “disiplini” ile aydınlandığını ve izleyen oyunlar için de bir model görevi üslenmesi gerekliliğini beyan eden Coubertin değil miydi? Yine,  Hitler’in “Moden çağın en büyük şekillendiricilerinden biri” olduğunu beyan eden Coubertin değil miydi? Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ndeki beylerle birlikte (UOK), şevkle Naziler’i destekleyen ve Olimpiyat fikrinin tahrifata uğramaması dileği ve yüreğinin eski Olimpiya’ya gömülmesi “misyonu” uğruna yazılı eserlerini Komite’ye miras olarak bırakan Coubertin değil miydi?

Olimpizmi hümanizmle eş anlamlı gösterme çabasının nedeni

Olimpizm için “hümanist” bir meşruluk kazanmaya çalışan burjuva kuramcıları, tüm dünyada insanlığın karşısındaki en büyük zorluk olarak kabul edilmiş olan evrensel insani değerleri ifade eden kavramları kullanmaktadırlar: “Barış”, “uluslararası işbirliği”, “gençlik”, “sağlık”, “ilerleme”, “güzellik”… Olimpiyat hakkında söylenen sözlerde hümanist ideallerin baskınlığı, Olimpiyat Oyunlarının değer yargısı boşaltılmış (value-neutral) olgular olmadığını, bu suretle de iyi ve kötü ötesi olmadığını düşündürmektedir. Tam tersine, herşey Olimpizmi hümanizm ile eş anlamlı göstermek amacı ile yapılmaktadır. Bu suretle, bir spor alanında ulusların arasında yapılan savaş “barışçıl işbirliği” olmakta, en şiddetli savaş taraftarları ve faşist suçlular, Olimpiyat giysileri içinde olunca, “barışsever” haline gelmektedirler. Olimpiyat efsanesi en büyük şeytanın sahte meleksi bir görüntüye büründüğü bir aynadır. Olimpizm, baskı altındakileri yatıştırmaya ve bu  insanların zengin “seçkin”lerin gaddarca yönetimindeki düzene  karşı mücadelelerini durdurmaya çalışır. “Uluslararası işbirliği” kisvesi altında, insanların aşağılık sosyal durumlarından kaynaklanan memnuniyetsizliklerini, spor sahalarında, diğer ulusların üzerine yönlendirilir. Bu suretle, “ulusal bütünleşme” sağlanır ve toplumdaki sınıf ayrımının “üstesinden gelinmiş” olur, sınıfsal sömürü gizlenir. Takım sporları da aynı rolü üstlenir: Ligler haklarından yoksun bırakılmış insanlar arasında gelişen kurumsallaştırılmış, savaşlar haline gelmiştir. Bu suretle, bu insanların pasifize (depolitize) edilmesi için bir denetleme yolu durumundadır. Aynı zamanda, Olimpiyat hakkındaki sözlerde en yüce insanlık ideallerinin kullanılıyor olması, Oimpiyat fikri ve uygulamalarına dair başlatılabilecek olan eleştirileri engellemektedir. “Kadim gelenek” uyarınca Olimpiyat Oyunları bir barış simgesi haline gelmiştir, oysa ki bu tezin savunucuları kadim Olimpiyat Oyunlarının bir “kutsal ateşkes” ve savaşın devamı için bir manevi hazırlık olduğunun pek ala farkındadırlar ve Coubertin’in  “kendi” Olimpiyat Oyunları için  saptadığı en önemli hedef de zaten buydu. İlginçtir ki  burjuva kuramcıları Coubertin’in Olimpik “hümanizma”sının modern toplumun onsuz tahayyül bile edilemeyeceği fikirlerden yoksun olduğunu “farketmiyorlar”: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.  Şu “büyük Fransız yurtseveri” Coubertin Olimpik simgeler arasında Fransız bayrağının renklerine bir yer bulamıyor. Bu da modern Olimpizmin modern toplumun özgürleştirici mirasına  karşı savaştığını göstermektedir(…)

Olimpizmin doğuşu ve temelleri

Modern Olimpizm 20. yy.’ın sonlarına doğru, bütünden ayrılmış (ama soyutlanmış değil) ve göreli olarak bütünlüklü (integral) bir manevi hareket olarak yaratıldı. Doğası, kapitalist toplumun doğası tarafından şartlandırılmıştır, tıpkı kadim Olimpizmin köleci Yunan toplumunun doğası tarafından şartlandırıldığı gibi.  Modern Olimpik felsefe, Olimpik Hareket ve modern Olimpizm uygulaması Coubertin’in Olimpik düşüncesinden kaynaklanmamaktadır: Olimpizmin tüm asli unsurları, Coubertin Olimpiyat Oyunları organizasyonunu bir uluslararası spor yarışması olarak başlatmadan ve Olimpizmi en yüce ve tek gerçek  din olarak ilan etmeden önce zaten şekillenmişti.

Olimpik hareket sporun gelişmesinden değil, 19. yy.’ın ikinci yarısında Batı Avrupa’da, çeşitli etmenlerin neden olduğu, hakim  manevi ortamın etkisi altında doğdu.  18. yy’da başlamış olan ve 19. yy.’ın sonunda doruğuna erişen sanayi devrimi “bilim ve tekniğin gelişiminin sınırsız olanakları” efsanesinin temelini oluşturdu. Özü, ünlü özlü söz citius, altius, fortius’da ifadesini bulan Olimpik “ilerleme” bu efsanenin üzerine inşa edilmiştir. İkinci etmen tekelci kapitalizmin gelişimi ve yeni ekonomik ve politik güç merkezlerinin  kurumlaştırılmasıydı. İlerici yurttaşların ve işçilerin siyasi mücadelesi sonucu ortaya çıkan demokratik kurumlara saldırdılar ve böylece sadece burjuvazinin elinde olacak  bir siyasi araç olarak yeni bir totaliter güç mekanizması oluşturmak gitgide daha önemli hale geldi. Yeni zengin “seçkinler”, Modern Çağ’ın  ilerlemeci (progressivistic) ruhuna uygun olarak bir evrensel ve küresel ideoloji yaratma eğilimindedirler. Amaçları, kadim Yunan’ın, Hristiyanlığın, Rönesans’ın, Aydınlanma’nın ve Fransız Devrimi’nin özgürleştirici (emancipatory) mirasını  yok etmek, liberal doktrini “düzeltmek”, sosyalist (komünist) fikri kökten silip atmak ve  giderek sayıları artan sınıf bilincine sahip işçiler üzerinde burjuvazinin manevi tahakkümünü kurmaktır. “Saf” biçimiyle kapitalist toplumun dayandığı temel ilkeleri  (homo homini lupus est ve bellum omnium contra omnes) temsil eden spor, yönetici sınıfın işçileri militarize etmek ve ehlileştirmek (politikadan uzaklaştırmak) için ve onları mevcut düzene katmak için ideal bir araç haline gelmiştir. 19. yy.’ın sonunda, sporun kurumlaştırılması, daha sonra burjuvazinin, eleştirel bilinci yok ederek ve sadık ve kullanması kolay bir yurttaş yaratarak “kafalarda denetimi” (Coubertin) gerçekleştirmek için en belli başlı “ideolojik polis gücü” (Hoch) haline gelecek olan bir mekanizma yarattı.

“Olimpik Oyunları yenilemek” uğruna gösterdiği çabalarda Coubertin, sporu, yönetici sınıfın siyasi ve ekonomik hedeflerine varmak için bir araç olarak gören bir doktrini izledi. Coubertin’in Olimpizminin (19. yy.da ortaya çıkan Olimpik fikirlerden sadece bir tanesiydi) en baştaki amacı uluslararası sporu Fransız eğitim sisteminin içine bazı değişiklikleri sokmak için bir araç olarak kullanmaktı (benzer değişiklikler Thomas Arnold tarafından İngiliz devlet okullarına sokulmuştu).  Bu da burjuva gençlerinden yeni falanjlar oluşturmayı mümkün hale getirecek ve böylece Fransa’nın sömürgeci yayılmasını güvence altına alacaktı. “Fransa’nın kolonyel (sömürgeci) şanını geri alalım!” (Rebronzer la France!” ve “Zengin olalım!” (Enricher-vous!”)- bunlar Coubertin’in Fransız burjuvazisini yeni sömürgeci arayışlara yöneltmek için kullandığı sloganlardı. İlk başlarda Olimpiyat fikri Fransa’nın “uygar ülkeler”le, özellikle de en önde gelen sömürgeci güç olarak Coubertin için tartışmasız bir model olan İngiltere ile yarışmasını öngörüyordu. Spor alanında “barışçıl” bir yarışma, en güçlü Batı Avrupalı ülkelerin manevi bütünleşmesini yaratacaktı. Bunun da başarılı bir sömürgeci yayılma için gerekli olduğu düşünülüyordu. Coubertin’in Olimpiyat fikrinin bir küresel manevi güç haline gelmesini sağlayan şey ise, bunun emperyalizmin ideolojik tacı gibi görünmesiydi.  Modern Olimpik hareket, dünyayı insani bir temelde birleştirmek isteyen ilerici insanların girişimlerinin sonucu olarak değil, yeni doğal kaynaklara, ucuz iş gücüne ve yeni pazarlara ulaşmaya  çalışan Avrupa aristokrasisinin, önde gelen kapitalist ve askeri çevrelerin girişimleri sonucu olarak ortaya çıkmıştır. “Olimpik enternasyonalizm” ilk olarak Avrupa kapitalizminin çıkarlarından doğmuştur:  Avrupa’nın sömürgeci yayılması Coubertin’in Olimpizminin arkasındaki esas itici güçtür. Bu, Modern Çağ’da değişik şekiller içinde ve değişik rollerle ortaya çıkan kapitalist küreselleşmenin temel direklerinden biri idi, halâ da öyledir. Olimpik “misyonerler”in, Batı’nın hakim manevi gücü olarak Katolik Kilisesi’nin yerine getiremediği görevi yerine getirmeleri gerekmektedir: Dünyanın manevi olarak sömürgeleştirilmesi.  Olimpizm, tarihteki, küresel boyutta olan ilk manevi harekettir ve küresel kapitalist totaliterliğin bir öncüsüdür. Olimpizm, bugünkü (Amerikan) “yeni dünya düzeni”nin , ya da, 19. yy.’ın sonlarına doğru ve 20. yy.’ın başlarında Coubertin’in kurmaya çalıştığı yeni bir sömürge düzeninin temel taşlarından biridir. Hoch’un denklemini kullanacak olursak, Olimpizmin, “yeni dünya düzeni”nin savunucularının küresel ideolojik polis gücü olduğunu, Olimpiyat Hareketinin de, uluslararası yasa ve düzeni yok edip küresel bir hakimiyet kurmayı amaçlayan Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK)’nde ve diğer “uluslararası spor kuruluşları” adı verilen kurumlarda ifadesini bulan, en büyük ve en önde gelen siyasi güçlerin kendine özgü uluslararası bir arenası olduğunu söyleyebiliriz. Olimpizmi çözümlersek aşağıdaki sonuçlara varırız:  Dünyayı yönetenler, Olimpik hareketi de yönetmektedirler;  şöyle ki:  (Coubertin’e atfedilen) “katılmak önemlidir”, dünyanın efendileri tarafından dikte edilen kurallara göre oynamak ve özgürlük için savaşmaktan vazgeçmek önemlidir demektir. Bırakalım en güçlüler yönetsin ve daha zayıflar onlara tabi olsun- Olimpiyatların  özü budur.

Emperyalist kapitalizmin küreselleşme ruhunun simgesi: Modern Olimpizm

Modern Olimpizm belirli bir din ya da kültürden doğmuş değildir;  saf biçimiyle emperyalist kapitalizmin “küreselleşme” ruhunu simgeler ve bu nedenle de geleneksel dinlerle, ulusal kültürlerle, özgürlük ruhuyla, eleştirel bilinç ve mantıkla ilişkisini koparır.  Uluslararası Olimpiyat Komitesinde özgür düşünceli sanatçılara ve felsefecilere yer olmamasına, ama bunun yerine, mülk sahipleri, askerler, bankerler, sanayiciler ve bürokratlarla dolu olmasına, en belli başlı kişilerinin faşist partilerin ve hareketlerin açık sempatizanları olmasına şaşmamak gerekir. Coubertin’in, çarpıtılmış ama öte yandan idealize edilmiş bir Helen kültürüne istekli olması, kapitalist toplumun dayandığı ve sporda simgeleşen Sosyal Darvinist ve ilerleyici-progressistic ilkelere “kültürel” bir meşruiyet sağlamak için bir kılıftır. “Kadim gelenekleri yenileme” fikri verimli topraklara saçıldı ve Avrupa’nın hümanist entelektüel çevrelerinden pek çok kişi  hakim olan manevi ortamdan hayal kırıklığına uğrayıp kadim döneme döndüler ve idealize edilmiş Helen uygarlığında kendi hümanist arzularına bir destek bulabileceklerini, onları böylece canlandırabileceklerini ümit ettiler. Coubertin’in  kadim Yunan’la olan mitolojik ve Procrustean ilişkisinin burjuva felsefe ve tarih çevrelerinde tepkiyle karşılanmamış olmasının esas sebeplerinden biri de budur. Yunan’a dönmek, aynı zamanda, Marx’ın kapitalizm eleştirisi ve sosyalist (komünist) doktrini temelinde geliştirilmiş olan gelecek kavramıyla başa çıkmanın da bir yolu oluyordu. Hümanizmin klasikçi  savunmasının, kurulu düzen savunması olduğu ortaya çıktı. Buna da ilaveten, kadim manevi mirası “canlandırma çabaları”, en gelişmiş Avrupa ülkeleri arasında, manevi önderliği sağlamak için, Helen kültürünün meşru mirasçısının kendileri olduğu ve kendi ülkelerinin Avrupa uygarlığının manevi beşiği olduğunu ispatlama çabalarının  bir parçası haline geliyor. En güçlü sömürgeci ülkeler arasında, sömürge ganimetini paylaşma ve Avrupa toprakları üzerinde hakimiyet için mücadele (bu bağlamda, Fransa’nın, Prusya ile savaşta yenilmesi) Coubertin’i, genç Fransız burjuvazisi içinde yarışmacı bir ruh geliştirmek konusunda daha da ısrarcı olmaya yöneltti. Coubertin, Sosyal Darvinci yasaları toplumun gelişmesi için tartışmasız bir temel olarak kabul ettiği için, ülkeler (ırklar) arasındaki ilişkinin kurulmasında pasifizmin temel olmasını reddeder ve savaşı insanlığın kaçınılmaz (ve hoş karşılanan) bir kaderi olarak ilan eder. Modern Olimpiyat oyunları “barışa adanmış bir şenlik” değil, dünyayı yöneten savaşkan ruha tam bir teslimiyeti ifade etmekle birlikte geçici olarak silahlarını bir yana koyacakları bir ateşkes (la trêve sacrée) olarak düşünülmüştür.

Coubertin’in Olimpizmi için dünya sanayi sergileri (1889’da Paris’te yapılan sergi gibi) “kültürel” bir ilham kaynağı olmuştur. Buralarda, kapitalizmin küreselleşmesinin, ileride Olimpiyat gösterilerinin ve askeri törenlerle yönetici “seçkinler”in  yaptığı diğer debdebeli gösterilerin kaynağını oluşturacak olan gösterişli bir ifadeye tanık olmuştur. Askeri geçit törenleri, hükümetin en yüksek temsilcilerinin hoş geldiniz konuşmaları ve onların himayelerinde yapılan bir gösteri- tüm bu ayrıntılar, Olimpiyat törenlerinin asli özellikleri haline gelecekti. Bütün bunlar Olimpiyat Oyunlarının  mevcut düzeni gözlerde büyütmek, yani mükemmel  bir siyasi düzen olarak sunmak üzere gösterişçi bir şekilde düzenlenmiş olduğunu gösteriyor. Buna ilaveten, Coubertin, Shropshire’da “Olimpiyat sahalarında” Brookes yarışmalarından çok etkilenmişti. Yarışmaların “ciddiyeti” (marş, konuşmalar, flamalar, kazananın taçlandırılması, şiir ödülleri vb) Olimpiyat Oyunlarının temel özelliklerinden olacaktı.  Buna, Avrupa ve Amerika üzerinde İngilizlerin manevi etkisi nedeniyle  sporda “uygar davranış”ın yasası haline gelen “uluslararası” spor adamı kimliğinin ve gelişmiş kapitalizmde aristokrat ideallerin, dolayısıyla da dürüstçe yarışmanın somutlaştığı “İngiliz  Beyefendisi”nin önemi de eklenmelidir.

Ecocidal, kapitalist öfke, hem Malthus’un kuramını hem de Nazi barbarlığını “geride bırakan” soykırımcı bir doktrine ve uygulamaya yol açtı:  git gide daha çok kişiyi yok etmek, git gide daha az sayıda insanın temel bir yaşam durumu haline gelir. Tıpkı Nazi Olimpiyatları’nın, Yahudileri, Slavları ve Çingeneleri yer yüzünden silmek için yaptıkları aceleci hazırlıkları gizlemek için kullanılan bir maske olduğu gibi, bugünkü  uluslararası spor da insanoğlunun en büyük kısmını, Batı’nın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde yaşayan “altın milyar”ın hayatlarını idame ettirmesi uğruna yok etmeyi gizleyen bir “barışçıl” duman perdesidir. Aynı zamanda da, insanoğlu, yer yüzünden yaşamın tamamen silinmesi olasılığıyla git gide daha çarpıcı bir şekilde karşı karşıya kaldığı için, olası demokratik seçenekler bulmak da oldukça imkansız hale geliyor. Çok uluslu şirketlerin, yurttaşların kendi egemen siyasi iradelerini ifade etmelerini ve kendi varoluşsal çıkarlarını savunmalarını mümkün kılan, kurumsal devlet yapılarını yok etmek için  icat ettikleri “yeni dünya düzeni”, kapitalist yok edişle şartlanmıştır. Totaliter kafa yaşamı yok etmek fikriyle birlikte var olur: Kapitalizm, sivil toplum içinde yaratılmış olan demokratik kurumları ve bir novum ceninini tahrip eder ve ecocidal terörizm üzerine inşa edilmiş bir küresel faşizm kurar.

Siyasi bir spor kuramı olarak  Olimpizmin eleştirisi

Bu iş Marx’ın dinin eleştirisinde kullanılan aynı yöntemi kullanır; ama Marx’ın din eleştirisi, çevresini saran fantastik nurun din olduğu “göz yaşı vadisinin eleştirisi”dir.  Öte yandan, modern Olimpiyat putperestliğinin eleştirisi ise çevresini saran gösterişli nurun Olimpiyatlar olduğu kapitalist ölüm vadisinin eleştirisidir.  Sporun, çağdaş eleştirel bir toplum kuramının başlangıç noktası olarak hayati önemi vardır. Olimpizmin eleştirisinin ayırt edici özelliği, kapitalizmin artık “saf” bir tahrip dizgesi haline gelmekte olduğu gerçeğinden ileri gelmektedir. Bu da, kapitalist ilişkilerin ve değerlerin somutlaşması anlamında sporu ve bu ilişkiler ve değerlerin “insancıl” maskesi olarak Olimpizmi yeni bir ışık altına taşır. Spor bir ölüm sanayii ve kapitalizmin gerçek yüzünü yansıtan bir ayna haline gelmiştir. Sosyal Darvinci ilke, bellum omnium contra omnes ve ilerlemeci ilke citius, altius, fortius, insanoğlunun kendi kendini yok etme sürecini başlatmıştır. Spor, insanın yok olma sürecini sona erdirir ve böylelikle doğaya karşı kapitalist ilişkinin imgesini temsil eder. Habermas ve Rigauer’in, spor eleştirilerinde söyledikleri gibi, sporcular yalnızca iş gücü olmakla kalmazlar aynı zamanda da sarf edilen emeğin hem aracı hem de nesnesidirler ve spor yalnızca bir kültürsüzleştirme (decultivisation) şekli değil, aynı zamanda insanın doğadan uzaklaştırılmasının (denaturalization) (robotlaştırılması) şeklidir de. İnsanın biyolojik olanakları ile “ilerleme”nin onun için tayin ettiği gereksinimleri  arasında git gide artan bir uzlaşmazlık insanın git gide daha fazla ezilmesine, hem bedeninin hem aklının canavarca yok edilmesine yol açmaktadır:  Sporcu, insanın kapitalist surrogatei haline gelir. Bir siyasi spor kuramı olarak Olimpizm, yalnızca kültürsüz bir uygarlık yaratma şekli değil, aynı zamanda da bir ölüm ideolojisi yaratma şeklidir.  “Sporun gelişmesi”, en açık biçimde, şu gerçeği doğrulamaktadır: Kapitalizm içinde hiçbir mekanizma, öngörülmüş ilerleme sürecini yok olma yolundan çeviremez ve sosyal kurumlar ve burjuva toplumunun kural koyucu yapısı (normative firmament) kapitalizmin korunması ve geliştirilmesi için bir araç haline gelmiştir. Burjuva kuramı başarısız oldu: Kapitalizmin ideologları kapitalizmin kirli izlerinin temizleyicileri ve insanoğlunun mezar kazıcıları haline geldiler.  Kapitalizm bir yandan da kendi (manevi) çocuklarını yemektedir.

Celladın kurbanının kafasına geçirdiği çuval

Spor, Sosyal Darvinci kuram üzerine inşa edilmiş bir uygarlığın sonunu ve (absolutized) performans ilkesinin mutlaklaştırılmasını simgelemektedir: “Yarışma” ilkesi hakimiyet ilkesi haline gelmiştir, öte yandan da “ilerleme” ilkesi yok etme ilkesi olmuştur. Olimpizm, yeni doğan ve gelişen bir kapitalist toplumun ideolojisinden, birikmiş yok edici gücü insanlığı yok olmayla tehdit eden, ufalanan kapitalist bir ideolojiye dönüşmüştür. Spor alanlarında görsel (visionary) değil ölüm-kalımcı (apocalyptic) bir ruh hakimdir. Spor, kapitalist “ilerleme”nin icat ettiği, insanı kendi kendini yok edici çılgınlık girdabına ve aynı şekilde, Helen dünyasının gerilemesine neden olan, kendi kendini yok edici, kadim devlet (polis) çılgınlığına çekmenin en etkili yoludur. Bu, yalnızca kapitalizmin daha fazla gelişmesinin ölümcül sonuçlarına ilişkin bilinci yok etmekle kalmıyor aynı zamanda da onu yenmenin ve Fransız Devrimi’nin yol gösterici ilkesini fark etmenin nesnel olasılıklarına ilişkin bilinci de yok ediyor.  Dünyanın yok olmasının korkunç boyutlarına bakınca, Olimpizmin, cellat baltasını sallamadan önce insanoğlunun kafasına geçirdiği çuval olduğu söylenebilir. Gün, saat gelip çatmıştır:  Ya insanlık kapitalizmi yok edecektir, ya da kapitalizm insanlığı.

 

DİPNOTLAR

1 Herkesle birlikte herkese karşı.

2 Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü.

 

Anders Breivik Kimdir?

A

Breivik’in işlediği suçun çok fazla sembolik değeri vardır.Utoya adasında işlenen katliam, egemen düzenin yıkıcı dogasının belirgin şekilde açığa çıkmasıdır.Breivik günümüz kapitalizmin otantik bir ürünüdür.

O, tekelci kapitalizmin; “rekabeti iptal et” [destroy competition] yönetici ilkesi üzerine kurulu “yeni dünya düzeninin” haçlı askerlerinden [crusaders] biridir. Çok güçlü Amerikan ve Avrupalı kapitalist kuşatmanın aslında gizleyemediği şey onların “artık” insanı bozma [annihilate] gayesidir.

NATO üniforması içinde kaç tane Breivik vardır?

Problem, Breivik’in kendi başına öldürmesidir.

Eger o Afganistan da hamile kadınları ve çocukları kılıçtan geçiren NATO’nun paragözlerinden olsaydı, o “demokrasi savaşcısı” olarak övülürdü.

Onun suçu; kapitalizmin yıkıcı potansiyelinin topluma karşı dönebileceğini, kapitalist toplumsal yaşamın [onun] içinde husule geldiğini ve egemen kurumların onu kontrol edemediğini gösterir.

Breivik “akıl hastasıydı” tıpkı Bush, Clinton, Blair, Merkel, Sarkozy, ve Obama gibi; tıpkı Amerikan militarist endüstrisinin sahipleri ve NATO komandoları gibi; tıpkı kitle silahı imal (icat) eden yüzbinlerce “bilim adamı” gibi; tıpkı, egemen medyada çalışan kana susamış gazeteciler gibi; tıpkı, kendi yaşam standartlarını korumak için korkutucu suçlar işlemeye kararlı kapitalist küçük burjuva gibi…

Breivik kapitalist “demokrasinin” faşist potansiyelini göstermiştir.

O, milyonlarca Amerikan ve Avrupalı kapitalist bağnazların [zealot] yapmak istediğini yapmıştır.
O, onların “kahramanıdır.”

Norveçteki mahkemenin niyeti Breivik’i mahkum etmek değildir; onun amacı, kapitalizmin gerçek yüzünü gizlemektir.

İngilizceden Çeviren: Merdan Özüdoğru

Noviji tekstovi

Poslednji Komentari

Arhiva

Kategorije

Meta Linkovi

Pratite Ducijev rad i na fejsbuku