Olimpizm ve Pasifizm

O

“Olimpizm’in pasifist karakteri” miti Coubertin’in doktrinini tanıtmanın genel kabul gören başlangıç noktasıdır. Coubertin’in “barış yapıcı” özdeyişi olan “katılmak önemlidir” sıkça beğeni toplar, ama onun Olimpik yüksekliklere sömürgeci “Rebronzer la France!” (“Fransa’nın sömürgeci görkemini geri verin!” (ç.n.)) ve “Enrichissez vous!” (“Zenginleşin!” (ç.n.)) sloganlarıyla tırmandığı gerçeğinden hiç söz edilmez. Sorbonne’ca konuşan tabandan geldiği gerçeği göz önüne alınınca, Coubertin’in Fransız burjuvazisinden gerçekten Afrika ve Asyalı hakları katledip yağmaya başlamalarını istemesi anlaşılabilirdir. Spor alanında “Antik Olimpiyat Oyunları diriltme” kılığındaki uluslar arası rekabetin Fransız eğitim sisteminde değişiklikler yapacak ve Fransız gençliğinde fethetme ve baskı altında tutma arzusu geliştirecek bir milliyetçilik dalgası oluşturması bekleniyordu. Aslında modern Olimpizm burjuva sınıfının militaristleşmesine olanak vermek ve onu yeni sömürgeci kahramanlıklara tahrik eden birleştirici ruhsal güç olarak ortaya çıkar: “bir savaşı sürdürmek” egemen “seçkinlerin” ayrıcalığıdır. Coubertin güçlü bir ordu istemekle kalmaz, bütün burjuvazi sınıfını (Homeros dönemindeki aristokrasiye benzer şekilde) askerileştirmek için, yani burjuvazide proleterler ve sömürgeleştirilmiş halklara karşı kararlı ve uzlaşmaz kavgalarında açıkça görülen savaşçı bir ruhu oluşturmak için çaba gösterir. Coubertin bu nedenle Olimpiyat Oyunlarını garip bir şövalye turnuvası şeklinde organize etmek ve böylece “uygarlaşmış uluslar” arasındaki savaşı spor alanında kurumsallaştırmak ister. Modern Olimpiyat Oyunları “aşağı ırklara” boyun eğdirmek ve kapitalizmi küreselleştirmek hedefiyle Avrupalı sömürgeci metropolleri sömürge savaşında ruhsal olarak birleştirme amacı güdüyordu. Coubertin kendine model olarak kendi aralarında baskınlık için savaşırken aynı zamanda antik uygarlığın dayandığı köle işgücünü sağlamanın temel yolu olarak “barbarlara” karşı da savaşan, kent-devletlere bölünmüş Helenik dünyayı aldı. Aristoteles gibi Coubertin de (sömürgeci) savaşta “elde etmenin doğal yeteneğini” görür, fakat en büyük önemi “barbarların” avlanmasına veren Aristoteles’in aksine (61) Coubertin en büyük önemi yeni topraklar ele geçirip Avrupa kapitalizmini küreselleştirmeye verir. Urlike Prokop doğru bir tespitle şunları söyler: “Bu nedenle Coubertin’in rekabete dayalı spordan beklediği etkilerin –bugün sıkça iddia edildiği gibi – barışla hiçbir ilgisi yoktur. “Eşitlik ideali” biçimsel bir olasılık eşitliğinden fazlasını içermez. Coubertin Olimpiyat Oyunlarını kuran ve onlar için spor sayesinde gücün kazanılmasının komşu halklarla savaşlarını sürdürme ve pek çok köleye boyun eğdirmenin sağlamlaştırılması durumu olan Yunan egemen sınıfından daha fazla pasifist değildi.” (62)

Nazi ideologu Ernst Kierck’in aşağıdaki sözleri emperyalist Avrupa çevrelerinin baskın görüşünü olduğu kadar Coubertin’in bakış açısını da tamamen anlatır: “Artık eğitim, kültür, insancıllık ve saf ruh devrinde değiliz, mücadele, gerçekçi politik vizyonlar, askerlik, ulusal disiplin, ulusal onur ve gelecek gereksinimi için yaşıyoruz. Bu nedenle insanlardan görev ve bu çağda yaşam gereksinimi olarak talep edilen idealist değil, kahramanca davranıştır.” (63) Olimpik yolunun başlangıcında bile (1894) Coubertin’in rehber ilkesi günün dünyasında “ruhun baskınlığının henüz yerleştirilmemiş olduğu” “gerçeğiydi”. (64) On yıl sonra Coubertin “yaşam için savaşmanın” yalnızca bugünün dünyasının özelliği olmadığını ve “sosyal organizasyon ve ortak uyum için bütün hoş projelere rağmen geleceğin dünyasında da kesinlikle baskın olacağını” belirtmiştir. (65) “Doğal ayıklanma” ilkesini savunması ve sosyalistlerin pasifist fikirleriyle küçümseyici bir şekilde alay edişi, Coubertin için savaşın insanlığın yalnızca kaçınılamaz değil, aynı zamanda hoş karşılanan yazgısı olduğu sonucuna yol açmıştır. Coubertin’in doktrinleri ile Hitler’in Ağustos 1927’de Nazi felsefesinin temel ilkelerini ortaya koyarak yazdığı programatik metninde bulunan Nazi doktrinleri arasında çarpıcı bir benzerlik bulunabilir: “Dünyadaki insanların hayatta kalması ve geleceği şunlara bağlıdır: 1. Kendi ırksal değerlerine; 2. Kişiliğe verdikleri öneme; 3. Bu evrendeki tüm yaşamın bir mücadele olduğu bilgisine. Günümüz çağının çöküşünde bu üç yasanın reddini açık olarak görüyorum, bizim şu anki politik liderliğimizdeki küçük başarısız faaliyetlerimizi değil. Ulusal ve ırksal değerler yerine ulusumuzun milyonlarca üyesi bugün enternasyonalizm fikrine eğiliyor. Aptal demokrasiden başlayarak güç yerine güçsüzlük ve aptallıkla sonuçlanan birçok yumuşaklık uygulamaya konuluyor. Mücadelenin gerekliliğini anlamak ve kabul etmek yerine halklar arasındaki kardeşlik ve dünyada sonsuz barışı gösteren bir pasifizm teorisi öğütleniyor.” (66) Hitler’in Marksizm’in “suçları” olan pasifizm, halklar arasında kardeşlik ve dünyada sonsuz barışı “neredeyse bütün (Alman) halkımıza yayılan” bir “ruhsal veba” olarak ilan etmesi ilginçtir. (67) Coubertin, Hitler’e “Modern Çağ’ın en büyük kurucularından biri” der (68) ve onu “efendi ırkın” “güçlü olan haklıdır” ilkesiyle yönetilen, demokratik kurumlar ve özgürlükçü işçi hareketleriyle “etkin bir şekilde” baş edebilmiş, pozitif toplum fikrinin gerçekleşmesini sağlayacak uygarlık gelişiminde “yeni bir başlangıç” başlatmaya muktedir ve dünyayı ele geçirecek totaliter gücün sembolü olarak değerlendirir. Faşizmin temel amaçları: “tekelci üretimi organize etmek”, “sosyalist başkaldırıyı yok etmek” ve “emperyalist yayılmacılığı sürdürmek” (69) modern Olimpik doktrinin esaslarıdır.

Coubertin’de “silahlı barış” (la paix armée) sloganı altında ortaya çıkan si vis pacem para bellum (barış istiyorsan savaş için hazırlan (ç.n.)) özdeyişi Coubertin’in Olimpik doktrininin üzerinde kurulu olduğu Sosyal Darwinist doktriniyle tamamen çelişkilidir. Sömürge arzuları ve en güçlü ülkelerin sömürge yağması payı üzerindeki mücadelesi, savaşların kaçınılamaz olduğunu ve (burjuva) gençlikte Sosyal Darwinist doktrin ile militarizmin en önemli somut sıçramasını temsil eden savaşçı ve militarist bir ruh geliştirme gereksinimini gösterir. Coubertin’in “antropolojik tartışması” bu görüşü destekler: “Eğer genç insanlarda barışa karşı bir sevgi yaratmaya çalışsaydık çok ciddi bir pedagojik hayal kırıklığı yaşardık. (…) Uluslar arası barış kendini kısıtlama ve hoşgörünün ürünüdür ve bu erdemler normal gençlik için gariptir. Gençler kavga için heveslidir ve öyle de olmalıdırlar.” (70) Coubertin, savaşı “erkeğin olgunluğunun” en yüksek sınavı ve insanoğlunun “mükemmelleşmesine” dayanan “doğal ayıklanmanın” (güçsüzlerin yok olmasının) en saf halinin ortaya çıkması olarak görür. Özgürlük için savaşmak “evrime” ve “gelişime” engeldir, yani en kötü suçtur. Bütün bunlar Coubertin’in “savaşçı” ve “kavgacı” gençliği ayırt etme gayretini anlamsızlaştırır. (71) Burjuva gençliğin pasifist eğitimi Coubertin’in “faydacı pedagojisinde” yer almaz.

Modern Olimpiyat “pasifizminin” vardığı en ileri nokta, modern Olimpiyat Oyunları’nı antik Oyunlar’daki gibi savaşan tarafların – yani sömürge yağması payı için kavga eden “uygar milletlerin” temsilcilerinin – silahlarını bırakıp günümüz dünyasının en yüksek ilahları önünde eğilebildikleri bir “kutsal ateşkes” haline getirme çabasıdır. Coubertin şöyle der: “Genellikle bu amacın kesin olarak belirlenmesiyle hır gür ve kavgaya ara verilebilir, farklılıklar unutulabilir. İnsanlar melek değildir ve çoğunluğu öyle olsa dahi insanoğlunun bundan çok şey kazanacağını düşünmüyorum. Fakat gerçekten güçlü olan birey, hem kendisine hem de topluluğuna bir süre için çıkarlarını ve ne kadar haklı olurlarsa olsunlar ihtirasla baskın olma ya da elde etme arzularını unutturabilecek kadar güçlü bir kararlılığı olan insandır. Bana kalacak olursa, çatışan orduların savaşın ortasında dürüst ve mert bir ruhtan ilham alan bir ateşkes sırasında düzenlenecek spor oyunlarına saygı göstererek savaşı durduklarını görmek beni rahatsız etmez.” (72) Ne var ki, Nazilerinki gibi Coubertin’in Olimpizmi de “sonsuz barışı” kurma olasılığını yalnızca Avrupalı sömürgeci metropoller tarafından tüm dünyanın sömürgeleştirilip sömürge paylaşımının tamamlanmasından sonra başlar. Bu koşullarda Olimpiyat Oyunları orijinal antik Olimpiyat Oyunları ve Ortaçağ turnuvalarıyla aynı amaca hizmet etmelidir: egemen (“efendi”) ırkın atikliğini arttırma aracı olmalıdırlar.

Coubertin’e göre insanın mücadele ve savaşa (özellikle de sömürgeleşmeye) olan bağlılığı en değerli insan özelliğidir ve kendisi bundan en üst düzeyde bir heyecanla bahseder. Onun için boks “saf bir erkek sporudur” (73) ve bir çocuğun eğitiminde silahlarla temas etmesi “harika bir geleneği” gösterir. (74) Coubertin özellikle Fransa’nın sömürgeci işgallerinden ilham alır. Bunları şu ifadelerle tanımlar: “muhteşem kahramanlık”, “görkemli sefer”, “tüm sömürge destanlarının en harikası”… (75) Coubertin Nazi Olimpiyat Oyunları’na hayran kalır: “müthiş bir başarı” gösterdiler ve “Olimpiyat düşüncesine harika bir şekilde hizmet ettiler”. Onlarda “güzellik”, “cesaret”, “umut” ve her şeyin ötesinde “ ilerlemeci yapılanmanın” simgesini görür. (76) En önemlisi de onlar “Hitlerci güç ve disiplinle aydınlanmışlardır” ve çok “şükür ki düzenledikleri” Olimpiyat Oyunları için bir model olarak hizmet etmelidirler. (77)

Haziran 1914’te, Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincaré’nin de bulunduğu Sorbonne’da modern Olimpiyat Oyunları’nın 20. yıldönümünün altını çizen (“Spor ve Modern Toplum” başlıklı) konuşmasında Coubertin “pasifistik” Olimpik doktrininin ve spor pedagojisinin temellerinden biri olan tezi yinelemiştir: “Spor sömürgeci genişlemede önemli bir faktördür çünkü iyi spor hazırlıkları olmadan sömürgeleştirmek tehlikeli bir düşüncesizlik gösterir. Pek çok tarihsel başarısızlık ve pek çok başarı bu tür bir hazırlığın birinde olup diğerinde olmaması gerçeğiyle açıklanabilir.” (78) 1918’in Şubat’ında, Birinci Dünya Savaşı’nın milyonlarca insanın öldürüldüğü ve sakat kaldığı son yılında Lausanne’da Coubertin başka şeyler yanında tarihin son kırk yılda Fransa’nın “sömürge destanlarından en muhteşemini” yazmasını ve “herhangi bir tür pasifizm ve aşırı özgürlük tehlikesinden uzaklaşmasını” sağladığını ve 1914’ün Ağustos ayındaki seferberliğin “demokrasinin dünyaya verdiği en büyüleyici gösterilerden biri olarak kalacağını” söylediği bir konuşma yaptı. (79) Coubertin için Wellington’a atfedilen “Waterloo savaşının Eton (Koleji) spor alanında kazanıldığı” düşüncesinin Olimpik felsefesinin oluşumundaki en önemli başlangıç noktalarından biri olduğunu düşünürsek kesinlikle kronolojik bir hatayı ele alıyor olmayız. Coubertin’le ilgili konuşurken onun spiritus rector’u (rehber ruh (ç.n.)) ve yakın arkadaşı, Nazi Olimpizm’inin önde gelen ideologlarından ve günün Almanyası’nın baskın pedagojik düşüncesinde tartışılmaz bir otorite olan Carl Diem şöyle der: “Modern Çağ’da Oyunlar’ın militarist ruhu dirilmiştir. Oyunların yenileyicisi Coubertin’in damarlarında asker kanı vardı. Pasifizm ve barış üzerine kurulan bütün o belirsiz ütopyalardan nefret ediyordu. Pedagojik, tarihsel ve politik çalışmaları gerçek bir savaşçının korkusuz karakterini göstermektedir.” (80)

Coubertin’i pasifist bir ışıkta göstermeye çalışan (MacAloon ve Boulongne gibi) bazı Olimpizm ideologları Coubertin’in sosyal değişimlerin meşru aracı olarak şiddeti reddettiğini öne sürerler fakat Coubertin’in şiddeti burjuvazinin demokratik sosyal değişimleri önlemesi ve kurulu düzeni koruması için yasal ve meşru aracı olarak gördüğünden bahsetmezler. “Olimpik yaşamı” boyunca Coubertin zengin “elitin” işçi “kitleler” üzerindeki baskınlığını savunmuştur, bu da var olan düzeni korumak için her araca izin verip onları haklı göstermek sonucuna varır. Boulongne’nin Coubertin’in Paris Komünü ve Rus Devrimi’ne karşı olan tavrını haklı göstermesi beklenen “şiddet şiddeti doğurduğu” için şiddete karşı olduğu görüşü Coubertin’in Sosyal Darwinizm’e dayalı doktrinine tamamen terstir: “güçlü olan haklıdır” ilkesine dayanan doğal ayıklanma sosyal düzenin tartışılmaz temelidir. Burjuvazinin çalışan “kitleler”, sömürgeleşen halklar ve kadınlar üzerindeki sınırsız ekonomik, askeri, politik, ruhsal ve cinsel şiddeti Coubertin’in Olimpik doktrininin temelidir. Coubertin Komünün düşüşünden sonra Paris proletaryasının Thiers tarafından katledilmesi hakkında coşkuyla konuşur (82); Avrupalı başkente sömürgeci birliklerin ateş ve kılıçla yeni bir “yaşam alanı” ele geçirmesini “muhteşem başarılar” olarak över; hem ülkeyi kapitalist tekelciler tarafından yaratılan, milyonlarca Rus işçinin ve köylünün öldürüldüğü Birinci Dünya Savaşı’nın kasaplığından kurtarmaya çalışan Rus devrimcilere hem de Nazi Olimpiyatları’nı boykot etmeye çağrı yapan ve Nazi barbarlığını lanetleyen anti-faşistlere acımasızca saldırır. (83) Coubertin’in sürekli olarak desteklediği bir şey varsa o da burjuvazinin kendi çıkarlarına ulaşmak ve ezilenlerin zorba yönetime karşı çıkma haklarını reddetmek için meşru bir araç olarak kullandığı şiddettir. Bu konuyla ilgili olarak Marx şunları yazmıştır: “Bugünün burjuvazisi kendisini elinde bir köylüye doğrultulmuş her silahı haklı gösteren, bir köylünün elindeki her silahı da derhal suç gören eski feodal efendinin meşru mirasçısı olarak görüyor.” (84) Coubertin’in yalnızca baskı görenlerin silahlı direnişinin değil, aynı zamanda işçilerin, “aşağı ırkların” ve kadınların insan, sivil, ulusal ve işçi haklarına kavuşmak için yapacakları her tür politik mücadelenin de karşısında olduğu akılda tutulmalıdır.

Coubertin’in şiddet karşıtı olmadığı gerçeği onun Nietzsche gibi işçi “kitleleri” baskı altında tutmak için ayrıcalıklı bir araç olarak katışıksız gücü savunduğu anlamına gelmez. Kılıçla sağlanan üstünlüğü tercih etmek yerine Coubertin “iyi bir Katolik” olarak ezilenlerin istismarlarının ana sosyo-koruyucu ölçütü olarak ruhsal açıdan baskı altında tutulmasını seçer. Politik bir gerçekçi olan Coubertin ezilenlerin direnişine yol açıp onları örgütlenmeye ve zorba yönetime karşı savaşmaya zorlayan sürekli bir baskı kurmakta ısrar etmektense ezilenlerin “kendi istekleriyle” var olan düzeni kabul etmelerini sağlamanın egemen “seçkinler” için çok daha kârlı olduğunun farkındadır. Bu nedenle ezilenlerin “kafalarındaki kontrol” ilkesini “faydacı pedagojisinin” en yüksek ilkesi ilan eder. Var olan burjuva ideolojisinin aksine Coubertin kapitalizmin düzeltilemez bir haksız düzen olduğu “gerçeğinden” yola çıkar ve haklarından mahrum edilen insanları “kaçınılamaz” haksızlıkla uzlaşmaya ve daha iyi bir dünya yaratma umudundan vazgeçmeye çağırır. Coubertin’e göre “işçilere güçlüler tarafından yönetilen düzene saygı göstermeyi öğretmek” egemen “seçkinlerin” işçilerin sporla uğraşmasına “izin vermelerinin” ana nedenidir. Spor haksızlığa direnişi yok etmek ve ezilenleri var olan düzenle “uzlaştırmak” için en önemli politik araç haline gelmiştir ve bu da pozitif toplumu kurmak için en önemli koşuldur. Coubertin “Nazi Olimpizm”ine hayrandır çünkü Berlin Olimpiyatları öncesinde ve sonrasında Naziler neredeyse bütün Alman toplumunun “dostluğunu kazanmayı” ve onları ruhsal olarak kurulu düzene katmayı başarmışlardır. Coubertin için “Hitlerci güç ve disiplin”, “bir avuç iyi insanın” spor ve Olimpizm aracılığıyla ezilenlerin özgürlükçü (sınıf) bilincini yok etmek ve onları egemen “seçkinlerin” çıkarlarına ulaşmak için bir araç haline getirmek anlamına gelen saldırgan bir milliyetçilik ve ırkçılık geliştirmek için neler yapabileceğinin simgesidir.

Savunma savaşı ve anti-sömürge mücadelesi Coubertin’in savaş teorisinden çıkartılmıştır. Coubertin antik Yunan’a başvurur fakat antik Yunan’da fethetme savaşı ile savunma (özgürlük) savaşının arasındaki farkın açıkça çizilmiş olduğu gerçeğini “görmezden gelir”. Homeros’un savaşa bakışını inceleyen Miloš Ðurić şöyle der: “Şairin savaşa olan iğrenme hissi yüksek bir ahlaki asalet ve insancıllığı olan bir savaşçı olan Hektor karakterini yaratmasında görülür. Hektor’un ana ahlak değeri düşmanlarının aksine öç almak, ileri atılma arzusu, savaşçılık ve macera ruhuyla değil, yurdunu ve ailesini savunmak için savaşması gerçeğiyle tamamlanır.” (85) Atina’nın üstünlüğü vardı ve her şeyden önemlisi Helen dünyasında Pers işgalcilere karşı savaşta taşıyıcı güç olduğu için saygı görüyordu. Pericles’in gerçek önemi emperyalist Atina’nın hırs ve çöküşünün simgesi haline gelen Alkibiades’in aksine Helen özgürlük mücadelesinin simgesi olmasında yatar. Antik Yunan’ın ruhsal olarak en yüksek düzeyine ulaşmasının bu dönemde gerçekleşmesi tesadüf değildir: özgürlük mücadelesi Yunan toplumunda en yaratıcı güçleri uyandırmıştır.

Coubertin’in yarışmasının anti-özgürlükçü bir karakteri vardır. Yarışma, ezilenlerin özgürlük mücadelesi hariç olmak üzere insanlar, ırklar ve milletler arasında bir mücadeleye, ele geçirmeye, şövalye dövüşlerine, düellolara, güçlü olanın baskı uygulamasına indirgenir. Coubertin burjuvazi “seçkinler” ve işçi “kitlelerin” arasındaki tarihi mücadelenin son safhasına ulaştığının ve işçilerin burjuvaziyi yalnızca güçten düşürmekle kalmayıp aynı zamanda sınıf düzenini de bozabileceğinin farkındadır. Coubertin bu gerçek yeni tarihsel başlangıca karşı sivil toplumun özgürleştirici mirasının yok edilmesine ve antik Yunan’da kabile aristokrasisinin mutlakiyetçi egemenliği sırasında var olan sosyal ilişkilerin aynısının kurulmasına dayanan kendi “yeni başlangıcını” öne sürer. Coubertin’in düşüncesinin saldırgan karakterini oluşturan ve onun Olimpik doktrin ve pratiğine dramatik bir karakter katan budur. Kapitalizm ve kurumlarının derinleşen kriziyle karşı karşıya gelen Coubertin sporda haklarından mahrum edilen insanların özgürlükçü şereflerini yok ederek kapitalizmi felaketten kurtaracak önemli bir güç görür.

Sürekli olarak sivil toplumla ve toplumun kurucu bir parçası olan yurttaşla baş etmeye çalışan Coubertin, Olimpizm’in insanlar arasında özgür vatandaş olarak bir yarışma olmasını reddeder ve onu baskın olmak için milletler (ırklar) ve milletlerinin temsilcileri olan ve bu nedenle de Olimpiyat seremonisi aracılığıyla ilahi bir ışık kazanan sporcular arasında bir mücadeleye indirger. Mantıksız temellerde insan bireyselliğinin kaybolduğu sözde-kollektifliğe meyillidir. Bu açıdan Coubertin modern toplumun insanın özgürlüğüne en büyük katkılarından biri olan kişisel başarı fikrini reddeder. Uluslar arası spor “ulusal tehlike” duygusunu oluşturmak ve sınıf düşmanlığını gizlemek için milliyetçi histeriyi ortaya çıkarmak ve işçi “kitleler”in tatminsizliğini diğer milletlere yönlendirmek için “barış zamanlarında” bir savaş psikozu uyandırmaya yarar. Bir ülke Olimpiyat hareketine resmen katılarak diğer ülkelerle savaş halinde olduğunu ilan eder. “Rakip” haline dönüştürülen her milletle özel bir savaş hesabı açılır, “hesaplar halledilirken” intikam ruhunu uyandırmak ulusal takımların ana görevlerinden biri olur.

Modern ve antik Olimpiyat Oyunları’nın arasındaki ilişkiye gelince, antik Oyunlar aslen “kutsal ateşkesti” (ekheheira), yani bir polis temsilcileri olarak katılımcıların antik Yunan’da en üstün tanrı ve savaş tanrısı olan Zeus’un karşısında eğilmek ve böylece ırklarına bağlılıklarını, üstünlüklerini, uyumlarını gösterip devletler arasındaki baskınlık için mücadelede tanrıların korumasını kazanmak için silahlı savaşa geçici olarak ara vermesiydi. Antik Oyunlara benzer olarak modern Olimpiyat Oyunları milletler (ırklar) arasındaki düşmanlığa ara verip barışın kurulması değildir, milletlerin (yalnızca geçici olarak ortadan kaldırdıkları) silahlarıyla değil sporcularının bedenleriyle dövüştüğü ve böylece dünyaya hâkim olan savaşçı ruha boyun eğmenin gösterildiği özgün bir törensel turnuvadır. (86) Silahların kullanılmaması gerçeği bedensel yaralanmalara yol açma hakkını ya da antik Olimpiyat Oyunlarının da bir özelliği olan ölüm-kalım savaşını ortadan kaldırmaz. Bundan dolayı sembolizmin önemi kaslılığa bağlanır: “ulusal (savaşçı) güç” silahlar yerine sporcuların kaslı bedenleri biçiminde ve duruşlarındaki “güçte”, disiplinli hareketlerinde, gözlerindeki “azimli” bakışta ve “ulusal çıkarlar” için yaşamlarını vermek için hazır oluşlarında görülen savaşçı karakterinde ortaya çıkar. Olimpiyat seremonisi açıkça milletler arasındaki savaşı gösterir. Katılımcıların geçit töreni, bayraklar, üniformalar, uygun adım yürüyüş, selamlama, ordu bandosu – bütün bunlar pasifist bilinçle baş etme amacında olan militarist bir Olimpiyat seremonisinde simgesel bir karakter edinirler. “Olimpiyat yemini” etmek (serment olimpique) tipik bir militarist törendir: sporcular “güçlü olan haklıdır” ilkesine ve “doğal ayıklanmaya” dayalı düzenin hayatta kalmasının gerekleri olan belirli kurallara uyacakları anlamına gelen, kendi ülkeleri/takımlarının zaferi için onurla savaşacaklarına dair bir yemin ederler. Oyunlar için yıllarca süren ve Coubertin’in özel önem verdiği hazırlıklar yalnız sporcular için değil, bütün ulus için bir savaş hazırlığı haline gelir. Toplum sistematik olarak fanatikleştirilir ve ulusal histeri Oyunlar sırasında doruğa ulaşır. Modern Olimpik Oyunların amacı silahlı çelişkileri kışkırtmak değil, insanların kafasında sürekli olarak savaşı uyanık tutmak ve pasifist bilinci yok etmek anlamına gelen bir savaş psikozu yaratmaktır.

Modern Olimpizm bir sui generis (kendine özgü (ç.n.)) olmaksızın çift anlamlılık içerir: aynı anda hem burjuvazinin askerileşme biçimi, hem de ezilenlerin uzlaştırılma biçimini. Her iki durumda da modern Olimpizm, kurulu düzeni korumak için burjuvazinin özel bir politik aracıdır. Coubertin’in konseptindeki çift anlamlılık sürekli tartışmaların kaynağıdır. Coubertin’in savunucuları onun Naziler gibi “dünyanın tüm gençlerine” gönderdiği “barış yapıcı” cümlelerini yinelerken aynı zamanda egemen “seçkinlerde” savaşçı kişilik geliştirmek için en önemli araç olarak sporun kullanımını desteklediğini “unuturlar”. Coubertin için uluslar arası spor asıl anlamında “uygarlaşmış” milletlerin arasında baskınlık için bir savaş ve dünyayı sömürgeleştirmek için ruhsal bütünleşme yoludur. Bu bağlamda Olimpiyat Oyunları karşıt taraflara dünyaya egemen olan tanrıların yardımını kazanmak için onların karşısında eğilme fırsatı vermesi gereken “kutsal ateşkestir”. İngiliz sömürge deneyiminden yola çıkan Coubertin spora sömürgeleştirilmiş halkların pasifleştirilmesi (depolitize edilmesi) için evrensel ve küresel bir politik araç karakteri verir. Coubertin’in “Spora Övgüsü” Olimpizmin bu “yatıştırıcı” karakterinin tipik bir örneğidir. Coubertin şöyle yazar: “Ah Spor, Sen Barışsın! Halklar arasında onların kontrol edilen, örgütlenen ve disiplinli gücün önünde hep birlikte saygı ile eğilmesini sağlayarak mutlu bağlar oluşturuyorsun sen. Senin aracılığınla tüm dünyanın gençleri birbirine saygı duymayı öğreniyor ve böylece ulusal özellik farkları cömert ve barışçıl bir yarışma kaynağı oluyor.” (87) “Yerliler” arasında sporun etkilerinin popülerliğini inceleyen Coubertin, “yerlileri” özgürlük savaşlarından uzaklaştırdığı ve onlara güçlüler tarafından yönetilen toplumsal düzene saygı duymayı öğrettiği için sporun “sömürgeleştirmede zekice ve etkin bir rol” oynayabileceği sonucuna varır. (88) Bu mantıkla hareket eden Coubertin özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasındaki çalkantılı Avrupa’da işçileri politik (sınıf) savaş alanından spor karşılaşmaları alanına çekmek ve böylece “toplumsal barışı” kurmak için işçiler arasında (fiziksel egzersizler kadar) sporu tanıtma taraftarıdır. (89) Güçlünün egemenliği üzerine kurulu bir düzenin simgesi olarak spor, “fakirlerin zenginlere olan nefretinin” kendi sınıf ayrımlarını kaybeden ezilenlerin egemen sınıfına duydukları saygıya (Coubertin tarafından) dönüştürüldüğü bir mekanizma haline gelir. Sporun tıpkı savaş gibi fakirlere bir gruba aidiyet hissi, grup gücü, savaşçı (galip) olma isteği geliştirmek, yani sporun bir sınıf örgütlenmesi ve burjuvazi karşıtı sınıf mücadelesi için bir kurum olarak kullanılması anlamına gelen olasılıkların yolunu açtığının farkında olan Coubertin “Bu bizim ödememiz gereken bedeldir” der. Sömürgeleştirilmiş halkların üyelerinin ve “aşağı toplumsal sınıfların” katılabildiği bir spor karşılaşması olarak Olimpiyat Oyunları egemen “seçkinlerle” ezilenlerin arasındaki güç dengesinin sonucudur ve bu nedenle insancıl ya da kozmopolit bir boyutu olmaksızın tamamıyla politik bir zorunlu harekettir. (90) Eğer Coubertin’in tuhaf bulduğu bir şey varsa o da herkese eşit şekilde uygulanan kuralların olduğu bir düzendir. “Spor Cumhuriyeti” Coubertin için yalnızca egemen sınıf onu işçi “kitlelere” boyun eğdirmek için kullanabiliyorsa anlam taşır.

Uluslar arası sporun “uluslar arası topluluğa katılma” olarak kabulü sporun “saf” biçimini kazandığı bir ilişkiler ve değerler düzeninin kabulü anlamına gelir: “tarafsızlık” denen şey insanlık temelinde değil, egemen düzenin temeli üzerinde kuruludur. Ciddi bedensel sakatlanmalar vermek ve öldürmek “hakkını”, kadınların “ikinci sınıf” yaratıklara indirgenmesini, çocuklar arasında ahlaksızca rekabeti, dayanışma hissinin yok edilmesini, insanın erotik varlığının yok edilip “fiziksel üretimin” temeli olarak insanlıktan ve doğallıktan çıkarılmış bir fiziksel tohum makinesi haline dönüştürülmesini içerir; nihayetinde de Sosyal Darwinist ve ilerlemeci dünya düzenine karşılık gelen bir yaşamın kaçınılmaz olarak kabulü anlamına gelir. Bundan dolayı ölüm riski “spor karşılaşmalarının” bir öğesi olurken öldürme hakkı “spor oyununun” yasal ve meşru bir parçası haline gelir: insanın yaşama hakkı kapitalizmin hayatta kalma hakkına bağlıdır. Coubertin bu yüzden “şövalye geleneklerinde” ısrar eder: yaşam ve ölüm düellosu egemen güce kurban sunmanın törensel biçimi ve düzene tam boyun eğmenin ifade edilme yoludur. Platon ve Huizinga’ya benzer olarak Coubertin için insan yalnızca “Tanrı’nın oyuncağıdır” ve aynı şekilde düzenin uzanan eli düello (savaş) aracılığıyla kendisine tâbi olanların yaşam ve ölümüne karar verme hakkını doğrular. Aristokratların onların egemen “seçkinlerden” olduklarını kanıtlayan ve kurulu düzene kaçınılmaz bağlılıklarını gösteren hırsları ve güç arzuları hümanizma ve özgürlük sevgisiyle baş edebilme yolu haline gelir. Coubertin insanların diğer insanlara olan sevgisini küçümser (“kardeşlik insanlar için değil, melekler içindir”) ve egemen (cani) gücü ve insanın o güce koşulsuz boyun eğişini simgeleyen silah sevgisini yüceltir. Bir Hıristiyan için haç neyse Coubertin için kılıç odur. Bunun bir abartma olmadığı Coubertin’in 1913’te yayımlanan resmî “Revue Olympique”indeki (Olimpik Gözden Geçiriş (ç.n.)) “pasifist” fikrinde görülebilir: “Silahlarla temas genç bir adamı bir yetişkine dönüştürür. Bu bütün mertliklerin kendilerinden çıktığı Almanlar tarafından ortaya konan muhteşem bir gelenektir.” (91) Bir insanı öldürme yeteneği ve buna hazır olmak en yüksek insan erdemidir! Bu Coubertin’in “pasifistik” pedagojisinin ve Olimpik “hümanizmanı” özünü ifade etmektedir.

Coubertin ayrıca Herakleitos’un “savaş her şeyin babasıdır” (polemos pater panton estin) ve “kimilerini Tanrı, kimilerini de insan yapmıştır; kimilerini köle, kimilerini de özgür kılmıştır” tezine benzerlik gösterir. (92) Ne var ki Herakleitos’un doğanın diyalektiği üzerine kurulu panta rei’siyle (“her şey akar” (ç.n.)) birlikte “savaşın sıradan bir şey olduğu” ve “her şeyin savaştan ve gereksinimden doğduğu” tezi Coubertin’in savunduğu ve burjuvazinin işçi “sınıflar”, kadınlar ve “aşağı ırklar” üzerindeki tamamen ve kesin baskınlığının olduğu pozitif uygarlığı simgeleyen “sonsuz barışı” sorgular. Coubertin için savaş insanın umutsuzca maruz kaldığı yaşamın evrensel ve sonsuz ilkesi değildir, ama güçlünün stratejik çıkarlarını gözetmek için bir araçtır. Coubertin antik dünyadan veya Hıristiyanlıktan değil, kapitalist evrenden yola çıkar ve egemen “seçkinlerin” politik ve ekonomik amaçlarına ulaşma aracını doğa güçlerinde ve tanrısal güçte görmekten çekinmez. Burjuvazinin insandan yabancılaştırılan ve onun boyun eğişinin araçları olan bilim ve teknik gelişimine dayalı zorba gücü gerçek ve düşsel güçlerin “gelişim” kaldıraçlarına dönüştüğü mutlak bir güç haline gelir.

O autoru

Administrator

Dodaj Komentar

Noviji tekstovi

Poslednji Komentari

Arhiva

Kategorije

Meta Linkovi

Pratite Ducijev rad i na fejsbuku