“Güçlü olan haklıdır” İlkesini Mutlaklaştırmak

19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da bulunan zengin gençlerin pek çoğu gibi Pierre de Coubertin de İngiltere’yi tartışılmaz bir model olarak görüyordu. Onu bu kadar büyüleyen İngilterenin kapitalizmin beşiği olması, parlementer rejimin ilk orada çıkması yada aydınlanma değildi, ülkenin emperyalist gücüydü. Coubertin, sömürgeci genişlemenin sırrını ortaya çıkarmak ve gençleri yeni sömürgeci kahramanlıklara teşvik etmek üzere İngiltere’ye gitti. Olimpiyat Oyunları’nın öncesinde toplum önünde, hararetli bir milliyetçi gibi konuşan Coubertin’nin, politik yazıları şu sloganla biterdi: “Vive la France!” (“Yaşasın Fransa!” (ç.n.)).Onu kışkırtan fanatizmin kökleri yalnızca Fransa’nın Prusya karşısında aldığı utanç verici yenilginin oluşturduğu komplekse bağlı değil, aynı zamanda sosyal güç ve egemenliğin kalıcı temeli olarak gördüğü maddi zenğinliği egemen “seçkinlerin” lehine arttırma arzusundandır. İngiliz İmparatorluğu’nun sömürge gücünün kökenini bulmak amacıyla İngiltere’de dolaşırken, İngiliz reformcu ve Rugby okulu Müdürü Thomas Arnold’un öğrencisi olan Thomas Hughes’ın, kendi açısından öğretmenin pedagoji anlayışını özetlediği “Tom Brown’ın Okul Günleri” adlı kitabıyla karşılaştı. Coubertine göre Thomas Arnold İngiltere’ye yayılan pedagoji reformuyla yalnızca “İngiliz İmparatorluğu’nun temellerini atmakla (1) kalmayıp, İngiliz toplumuna hükmeden ve İngiliz emperyalist “seçkinlerinin” tamamlayıcı düşünsel gücü olan sömürgeci Avrupa devletlerinin egemen “seçkinlerini” kamçılayan Sosyal Darwinizm ve yayılmacılık ruhunu bütünüyle içeren yeni bir felsefenin kurucusu oldu. Coubertin şöyle diyor: “Yüzyılımızın tarihini incelemeye başlarsak endüstriyel bilimin buluşlarıyla ortaya çıkan manevi yozlaşmaya şaşırırız. Yaşam büyük bir değişiklik geçiriyor, insanlar ayaklarının altındaki yerin sürekli kaydığını hissediyor. Etraflarındaki her şey değiştiği için tutunacakları bir şey kalmıyor, çevrelerinde dev surlar gibi yükselen maddi güçlere karşı bir denge bulmaya çalışırken, bu karmaşada bertaraf olmuş ahlaki güç unsurlarını el yordamıyla arıyorlar. Bu durum bence 19. yüzyıldaki çarpıcı beden rönesansının felsefi kökeni olmuştur. (…) Daha sonra günümüzün refahında ve ülkesinin olağanüstü genişlemesinde başka herhangi birisinden çok daha fazla sorumlu olan, modern zamanların en büyük eğitimcisi Thomas Arnold geldi. Onunla birlikte atletizm büyük bir devlet okulu içine girdi ve orayı değiştirdi; onun elleriyle biçimlendirilmiş ilk kuşak dünyaya dağıldığı günden itibaren İngiliz İmparatorluğu yeni bir görünüşe büründü. Bir avuç iyi adamın toplumu değiştirebileceği gerçeğini gösteren bu kadar çarpıcı bir örnek belki de yoktur.” (2)

Coubertin Modern Çağın, yaşamı anlamdan yoksun bıraktığı görüşünden yola çıkar. Fakat “manevi düzensizliğe” karşı çözümü ve “maddi güçlerin dengelenmesi” işini aklın alanında yapmak yerine, endüstri ve bilimi de kapsayan akılsız emperyalist ve baskıcı aktivizm alanında yapar ve yaşamın amacı üzerinde yükselen ve o durumda çok gerekli olan yaşamın amacı nedir, sorusunun yönünü değiştirir. Arnold üzerinden bir mit yaratmak yoluyla Avrupa kültürünün aydınlanma mirasını ve modern toplumu rededer, genel medenileşme sürecinde ve Avrupa toplumlarının genişlemesinde “yeni” bir başlangıca işaret eden ruhani bir akım oluşturmaya çalışır. Coubertin’nin Arnoldla kurduğu keyfi ve kuralsız ilişkiye baktığımızda, Arnolda ait fikirlerin tamamıyla ilgilenmediğini, Yeni Çağın ilerlemeci ruhuyla ve akıl ve manevi sınırları hoş karşılamayan Avrupa kapitalizmin genişleme amacına uyumlu, yeni bir egemenlik ideolojisi kurmasına yardım edebilecek noktalarla ilgilendiğini görürüz. Arnold’un pedagojisini en uç noktada ele alarak güçlünün güçsüze karşı kuvvet kullanma anlayışını kılı kırkyararak meşrulaştırır/sağlamlaştırır ve onu sosyal yaşamın evrensel ilkesi haline dönüştürür. Arnold pedagojisinin nihai amacı olan“kuvvetli Hıristiyanlar” yaratmakla  alakası yoktur onun. Bunun yerine Sosyal Darwinist yasaların azgın etkilerini kapsayan, yeni bir “seçkinler ırkı” yaratmak amacıyla spordan nasıl yararlanacağıyla ilgilenir. Bu yarışmaya zenginlerin “daha aşağı ırklar”; çalışan “kitleler” ve kadınlar üzerinde totaliter egemenlik kurma ve “yeni bir toplum (pozitif)” yaratma görevini yükler.

Yves-Pierre Boulongne, Coubertin’in Arnold’la olan ilişkisi hakkında konuşurken şu sonuca varır: “Coubertin Arnold’un teorisini tereddüt etmeden almıştır. Çünkü, Coubertin, o dönem güç kullanma arzusunu içlerinde uyandırmak için çaba gösteren bir sosyal çevreye aitti. Kişinin kaslarını güçlendirmek, irade sahibi, cesur olabilmek, kendini tehlikeye atabilmek Fransız politik ve askeri çevrelerinde ana konulardı. Bunlar, milliyetçi reformun doğasındaki yüksek amacı ortaya çıkarma arzusunun ifadesiydi. Coubertin, tamamıyla odaklandığı elitizm, özel olan bu katı atmosfer ve kasların aşırı kullanılmasını Rugby, Cambridge ve Eton’da buldu. (3) Boulongne’ye göre Arnold’ın düşüncesinde “üç yüz, yüz, hatta elli öğrenciye sahip olmak önemsenmezdi, fakat hepsinin Hıristiyan-centilmen olmaları önemsenirdi” Coubertin bu düşünceyi şöyle çevirdi: “her zaman seçkinlere sahip olmak istiyorsanız, çoğunluğun içinde ortalama yeteneklerle kıyaslanmayacak kadar büyük, kusursuzluğun temsili küçük bir grup vardır; Yeni Ahitte belirtildiği gibi kurumların görevi bizzat bunları bulmaya çalışmaktır”. (4) Boulongne şöyle devam ediyor: “Bu faydacı felsefenin, birey merkezli karekter yapılandırmaya yatkın olduğunu bilen Coubertin “bir İngiliz öğrencinin duyguları çoğu kez egoizm sınırına dayanır” der. (5) “bu felsefeyi benimser ve meşruiyetini” şu şekilde savunur: “ Malesef, utangaç, güçsüz, cansız bir adam için yaşam dayanılmazdır… Doğal ayıklanma hiçbir zaman okulda olduğu kadar insafsız değildir. İki tip insan vardır: insanların gözüne doğrudan bakan, güçlü kasları olan, tavırlarının kendine güvenlerini yansıttığı insanlar ve kendilerini yenilgiye uğramış askerler gibi gören, yüzlerinde yaşamdan vazgeçmiş, basit bir ifade okunan, soluk yüzlü insanlar. Okulda dünyaya benzer: güçsüzler yok edilir; böyle bir eğitim yalnızca güçlü olanlara yarar sağlar.” (6)

Arnold’un düşüncesi Hıristiyan ahlakıyla Sosyal Darwinizmin “yumuşatılmasıdır”; Coubertin ise Hıristiyanlığın yerine Sosyal Darvinizmi fetişleştiren Olimpizmi koyar : Modern Olimpik yarışlar hem iyi ve kötü arasındaki mücadeleden, hem de özgürlük mücadelesinden yoksundur. Malesef, Coubertin indirgediği Sosyal Darwinizmi de çarpıtarak kendi politik görüşüne bire bir uygun hale getirmiştir. Doğal ayıklanmaya “seçkinlerin penceresinden bakan” Couberti’nin sık sık başvurduğu evrim yasası bilindiği gibi, hayvanların yaşam mücadelesi kapsamında ele alınır. Güçlü, güçsüz karşıtlığı “evrensel adalete” bağlı canlıların varolmak için savaşma hakkı üzerine kurulur. Coubertini ve onun “pragmatist pedagoji”sini özel kılan güçsüzleri elimine gayreti ve zayıfların mücadele hakkını elinden alma çabasıdır. Onun ilerlemeci evrimciliği yalnız tarihi diyalektiğe ters değil, doğanın diyalektiğine de terstir. Bu tersliğin ana nedeni onun duruşunda gizlidir.

Coubertin’in düşünceleri kendi ölçütlerine uygun değerlendirmeye tabi tutulursa, çelişkisinin temel nedeni yeni bir “ezilenlerin” niteliğinde yatar: yalnızca baskının yada “seçkinlerin” ortaya çıkardığı doğal karşı tepki verme niteliğinde değil, aynı zamanda yeni bir dünya yaratma yeteneğinde, bir güç olacak şekilde birleşme isteği ve becerisinde yatmaktadır. Coubertinin toplumda özgürlük mücadelesini yok sayması, doğadaki güçsüz olanın hayatta kalma kavğasını yok saymak anlamına gelir. “Doğa yasalarında” baskın olan bellum omnium contra omnes (herkesin herkese karşı savaşı-ç.n.) (ç.n.)) mantığıyla doğrudan çelişkide olan güçsüzün güçlüye tartışmasız boyun eğişi, Coubertin’in Olimpik “pasifizm”inin alpha ve omega’sıdır (Yunan alfabesinde ilk ve son harfler (ç.n.)) . Bundan dolayı Coubertin, işçilerin sendikalaşma ve politik örgütlenmelerinin her türüne karşıdır. Ezilenlerin birleşmiş gücüne olan korku, fanatizminin ana kaynağı ve politik stratejisinin temelidir. Sosyal Darwinist Doktrini, güçlünün güçsüze zulmünü haklı çıkarma aracı olarak kullanan Coubertin aristokratik ve burjuva “seçkinlerin” üstünlüklerini tartışılmaz hale getirerek, Sosyal Darwinist yasaların aristokratlar aleyhine olan etkilerini görmezlikten gelerek, Aslında, gücünü “orman yasalarından” alan zengin oligarşinin ayrıcalıklı konumunu sağlama almaya çabalar. Özgürlük mücadelesi artık egemen sınıfın (ırkın) üstün konumunu tehlikeye atamaz, onu yalnızca doğrulayabilir. Daha kesin bir şekilde söylemek gerekirse, burjuva “seçkinin” gücü Sosyal Darwinist yasaların nihai sonucunu temsil eden bir “gerçektir”. Aynı şekilde, Olimpizm bellum omnium contra omnes ilkesini küreselleştirmek için bir araç değildir, bilakis egemen “seçkinin” elinde boyun eğdirmeyi, “düzene nasıl uyulacağını, güçlü olan haklıdır” ilkesi doğrultusunda “öğreten” bir araçtır. Olimpik “aydınlanma”, boyun eğen bir kişilik ve daha aşağı bir ırk bilinci yaratma anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, spor alanında “yerliler” ve efendileri arasında geçen yarışma, “yerliler” için özgürlük mücadelesinden vazgeçmektir.

Coubertinin manipulasyonu, üretim aracı karşısında insanın konumu ve ırk ve cinsiyet olarak iki antropolojik modelde işler: beyaz zengin burjuva “seçkinlerin” antropolojik özellikleri işçilerden, “renkli ırklardan” ve kadınlardan farklıdır. En yüksek insan erdemi olan “egemen ve sahip olmanın ihtiraslı arzusu” (7) Coubertin’e göre (beyaz) zengin sınıfın ayrıcalıklı özelliğidir. “faydacı pedagojisinin en önemli amaçlarından biri burjuvanın hayvan doğasını geliştirmektir, çünkü burjuva doğasından dolayı “tembel bir hayvandır”. (8) Bu nedenle, sporun temel rolü burjuvanın aslen hayvansal olan doğasının sınırlarının üstesinden gelmesini, bir süper-hayvana dönüşmesini ve böylece hayvan dünyasındaki gelişimin en üst düzeyine ulaşmasını sağlamaktır. İşçiler, kadınlar ve “daha alt ırkların” en yüksek erdemi “iyiliktir”, yani kapitalistlere, pater familias (aile babası (ç.n.)) ve sömürgeci efendilere tartışmasız bir itaat ve sayğınlıktır. “Doğası gereği itaat etmeye eğilimli” insanlarda bile köleliğe “başkaldırmanın” var olduğunu düşünen Aristoteles’in aksine, (9) Coubertin bunu antropolojik görüşlerinden pragmatist nedenlerle kaldırmıştır. Comte’ye benzer olarak, Coubertin ezilenlerden, efendilerine merhamet duygusu uyandıracak, ahlaki “üstünlüğü” sahiplenmelerini bekler. Ezilenler kendi “iyilikleri” için, egemen “seçkinlerin” acımasız ve sınırsız hırslarını “yatıştıran” rolü üstlenir ve onların “ahlaki” davranışları sosyal eylemlerinin ana (bedel ödeme) şekli olur. Coubertin’in vaazı Hıristiyan maneviyatından değil, pratik politik nedenlerden esinlenir: işçilerin kızgınlığını yatıştırmak ve sosyal barışı sağlamak için onları politik arenadan yok etmek amacı taşır. Parazit sınıfların hayatta kalması herhangi bir ahlaki düşünceye bağlı olmayan doğa yasalarına uyar. Tıpkı bir kurdun bir kuzuyu yalayıp yutmasının bir ahlak meselesi değil, doğanın yasalarının “gerçeği” olması gibi, “zayıf olanın” (yoksul) “güçlü olan” tarafından zulüm görmesine “karşı çıkmanın anlamsızlaştığı” doğal bir yasadır. (10) Hobbes bu konuda şöyle diyor: “Her insanın her insan karşısındaki savaşında hiçbir şey adaletsiz ilan edilemez. Bu tür bir durumda adaletli ve adaletsiz kavramları yerlerini kaybeder.” (11)

Miloš Ðurić, “güçlü olan haklıdır öğretisinin” Antik Yunan’daki kökeninden bahsederken, Coubertin öğretisinin doğasına dolaylı olarak gönderme yapar: “O doktirinin iki kökü vardır: felsefi teori ve aristokratik politik uygulama, tepeden devrim reaksiyonu. Bu doktrinin yaygın felsefi savunması bizlerin Platon’un Devlet’inden bildiğimiz, Georgia’nın öğrencisi Aharna’lı Callicles tarafından yapılmıştır. Protagoras adaletin toplumsal yaşamı sürdürmek için gerekli olduğunu ileri sürerken, Callicles Platon’un Devlet’indeki sofist ve hatip Trasymachus’la birlikte özgür bir insana adaletin yakışmayıp adaletsizliğin güç ve kuvvet belirtisi olduğunu radikal fikirlerle savunmuştur. Bireysel inatçılık, güç ve kuvvet, kısaca, güç etikleri, ahlaksız erke – bütün bunlar efendinin ahlak kurallarının karşılığı olmaktayken, güçlü ve kuvvetli olan efendilerini korkutmak için güçsüzler tarafından bir silah olarak icat edilmiş adalet ve ahlak kuralları genel olarak kölelerin ahlak yasalarına aittir”. Ðurić şöyle devam eder: “Bu tür öğretilerin Atina’nın tarihindeki sonuçları açıktır. Bunlar nedeniyle gururlu ve hırslı demagoglar en iyi Melos kentinin acımasızca yıkılması ve Syracuse’nin vahim istilasında görülen emperyalist politikaları sayesinde ekmek kazanmışlardır. Bir aslanın voluntarizmi, fakat aynı zamanda bir domuzun hedonizmiyle Callicles, Machiavelli’nin “Prensi” ve Nietzsche’nin “Üstün insan” karekterinin en erken öncüsü olarak görünüyor.” (12) Maddi zenginliğe olağanüstü bir önem vermesine karşın Coubertin hedonizmi desteklemez. Elde edilmiş zenginliğin tadını çıkartmak değil, onu elde etmek için savaşmak, özellikle de kurulu (yağmacı) düzeni korumak egemen sınıfın temel görevidir. Zengin “seçkinlerin” acı dolu tarihsel deneyimlerinden yola çıkarak, bu sınıfın üyelerine rahatlık arzularından dolayı saldırır. Sporu öncelikle onların fetihçi ruhunu geliştirecek ve işçi özgürleştirme hareketinin genişlemesi durumunda burjuvazinin savaşa hazır olmasını sağlayacak bir araç olarak görür.

Coubertin’in doktrini Machiavelli’nin doktrinine benzer, fakat fikirleri oldukça farklılık gösterir. Nitekim Machiavelli’nin iddiasına göre “mücadelenin iki yolu vardır, biri yasalara, diğeri güç kullanmaya uygun olan; ilki insana uygundur, ikincisi hayvanlara. Fakat birinci yöntem çoğunlukla etkisiz kaldığı için ikincisine başvurmak gerekli olur. Bu nedenle, bir Prens hem insanı hem de hayvanı nasıl iyi kullanacağını anlamalıdır.” (13) Coubertin, katı Sosyal Darwinizm’den başlayarak sosyal normları reddeder ve “güçlü olan haklı” ilkesinin toplumsal bütünlüğün tartışmasız temeli olduğunu açıklar. Coubertin Machiavelli’nin “silahlı bütün peygamberlerin muzaffer olup silahsız olanların başarısızlığa uğradığı” görüşüne yaklaşır. (14) Ne var ki, “cesarete” ek olarak “yazgı” ve “talih” de bir egemenin başarısı için önem taşır. Aynı zamanda Machiavellide, Coubertin’in sınıf voluntarizmine karşıt olarak doğa olaylarıyla ilgili yasalarla sosyal olayların kaçınılmazlığı arasında bir benzerlik bulunur. (15) Machiavelli, güce ulaşan “canice ve vicdansızca yolu” anlatırken şu sonuca varır: Aslında yurttaşlarınızı öldürmeyi, bir arkadaşa ihanet etmeyi, verilmiş bir sözü tutmamayı, merhamet ve sadakatten yoksunluğu bir erdem olarak göremeyiz. Bütün bunlar insana güç getirebilir fakat onur getiremez.” Coubertin’in Olimpizm’inde yok edilen “insancıllık” Machiavelli için vazgeçilemezdir. Hatta, “Prens’i mükemmel adamlar arasından sıyıracak” en önemli koşullardan biridir. (17) “İtalya’nın uyanıp yabancılardan kendini kurtarması için yakarış”ında “yabancı egemenliğinden herkesin bıktığı” sonucuna varan Machiavelli (18) Lorenzo de Medici’yi özgürlük bayrağını “haklı savaşlara giden erlerdeki gibi heyecan ve umutla” taşımaya çağırır (19) ve bu Coubertin’in “güçlü olan haklıdır” ilkesini mutlak kılan ve ezilenlerin özgürlük haklarını reddeden Olimpik öğretisine terstir.

Olimpizmin antiaydınlamacı doğası, bu doktrinin görünürdeki dayanağı olan Thomas Hobbes’un felsefesiyle karşılaştırdığımızda da farkedilir. Hobbes insanın hayatta kalmak ve sonuç olarak diğerlerine boyun eğdirmek için mücadele veren egoist bir yaratık olduğunu öne sürer. Bu savı güç ihtirasının insan doğasının değişmez bir özelliği olduğu fikriyle destekler. Coubertin’de de aynı fikirler bulunur. Fakat Hobbes doğanın insanları vücut ve ruh becerileri açısından eşit şekilde yarattığını belirtir. İnsanların varsayılan doğal eşitliğinden yola çıkarak Hobbes onların doğal düşmanlıklarına varır: eşit oldukları için insanlar paylaşamadıkları şeyler için mücadele eder. Devletin oluşumu “herkesin herkese karşı savaşının” (bellum omnium contra omnes) hâkim olduğu “doğa yasalarını” sona erdirir ve toplumsal barış “egemenlik yasaları” ile sağlanır. Hobbes “doğa yasalarının” karşısına devletin yurttaşlarının yaptırımlardan sürekli korkmasını sağlayıp “doğal yasalara” uymaya zorladığı “sivil yasaları” koyar. Buna ek olarak ahlaki şartlar vardır: adalet, alçakgönüllülük, yardımseverlik. Bunlar insan doğasından değil, onları toplumsal yaşamın gerekli koşulları olarak alan akıldan türerler. Devletin birliği herkesin barışçıl ve güvenli bir yaşam sürmesi için ortak iyilik uğruna vatandaşların kendi haklarından vazgeçtiği belli bir anlaşma veya sözleşmeye dayanır. Devlet grupların ve bireylerin kendi isteklerinin temel çıkarlarından yurttaşları kurumlar aracılığıyla korumak olarak ortaya çıkar, yani “adaletin kılıcı”dır. Hobbes’da “ortak çıkar” yurttaşların egemen sınıf olan aristokratların kendi amaçlarıyla karşılaştırıldığı bir şekildir. “Güçlü olan haklıdır” ilkesine otoriteye onu insan isteğinin dışında tutarak ve sonsuz kılarak bir “doğal” yasallık verdiği için karşıttır. Ne var ki, fikirleriyle sınıf egemenliğini ortadan kaldırmaya çalışmaz, aristokrasinin ayrıcalıklı üstünlüğünü yok etmeye çalışan politik bir görüşü vardır. Coubertin kişilerin çelişen çıkarlarından değil, sınıf (ve ırk) çıkarından yola çıkar. Ona göre, toplumun bir parçasını oluşturan vatandaş değil, egemen (burjuva) sınıfın işçi “kitlelere” zorla boyun eğdirmeye yarayan gücüdür. Coubertinde, burjuva toplumu ve liberalizmin oluşma sürecindeki bireyin egoizmi, tekelci kapitalizmde egemen sınıfın egemen egoizmi haline gelir. Bundan dolayı grup ve bireylerin çelişkili egoist çıkarlarının toplumsal varoluşu tehlikeye atmasını engelleyecek olan “ortak çıkarın” oluşturduğu baskı kurumları (“egemenlik yasaları”) için mantık aramaz. Coubertin’in insanı “doğa yasalarını” terk etmekle kalmaz, aynı zamanda onları korumak için elinden geleni yapar. Güçlünün güçsüze uyguladığı sürekli baskı aynı zamanda burjuvazinin savaş kuvvetini korumanın temel aracıdır – ve bu, kurulu (baskıcı) düzeni korumanın temel koşuludur. Hobbes kişisel çıkarları nedeniyle vatandaşlar arasındaki acımasız mücedelenin korkunç etkilerinden toplumu korumak için bir kurumsal yapı oluşturmaya çalışırken Coubertin burjuvaziyi bir sınıf olarak birleştirmeye ve işçi hareketleriyle etkili bir şekilde baş edebilmesi ve “sömürgeci görevini” gerçekleştirmesi için militarizme çağırır. Sınıfsal, ırksal ve ataerkil bir karakter taşıyan “güçlü olan haklıdır” ilkesi, sosyal “birleşmenin” en yüksek ilkesi haline gelir. Coubertin için sorun burjuvazinin gücü eline alması ve bu gücün tekeline sahip olmasıyla çözülür. Yapmak istediği şey o gücü etkili, tartışılmaz ve sonsuz kılmaktır. Bu nedenle Coubertin sivil toplumu ve “yasaların egemenliğini” ortadan kaldırır ve burjuvaziyi mutlak otoritenin doğrudan taşıyıcısı olarak ilan eder. Bu şekilde Coubertin özel ve toplumsal katmanları ortadan kaldırır ve burjuvazinin kısmî (sınıf) çıkarını tartışmasız bir “toplum çıkarı” düzeyine çıkarır. Bundan dolayı Coubertin’e göre burjuvazinin haklı bencil çıkarlarını sınırlayan ve tehdit eden fikirler ve politik hareketler, aynı zamanda “toplumun çıkarlarını” da tehdit eder. Zenğinlerin daha fazla zenginleşme ihtiyacı, özgür gelişimi, toplumsal “ilerlemeyi” temsil eder: Burjuvazinin açgözlülüğü en yüksek insan erdemidir.

Cobertin’nin Hobbes’un orjinal aydınlanma düşüncesinden ne kadar uzaklaştığı, insan özgürlüğünü temel alan, insanın kendini korumak için “her aracı ve her yolu” kullanabilir hakkını kapsayan Hobbes’un doğal yasasıyla, olimpizm arasındaki kıyaslamada görülür.(20) Hobbes’a göre “her vatandaşın kendisi için neyin iyi davranış, neyin kötü davranış olduğuna karar verme hakkı vardır” ve her insan adaletsizliğe başkaldırma hakkına sahip olduğu için kendine baskı uyğulayan “ zorbayı öldürülebilir”(21). Coubertin’e göre Hobbes’un “her insanın doğaya göre eşit olduğunu” belirten dokuzuncu  “doğal yasası” (22) dine küfretmekle eşdeğerdir. Ayrıca, Hobbes egoizmin toplumsal yapı üzerindeki korkunç etkilerinden dolayı Hıristiyan “hümanizmasını” kullanarak bastırmaya çalışır; “Komşunuzu kendiniz gibi sevin”, (23) onun özgün Hıristiyan söylemi olan “Leviathan”ın en önemli ilkelerinden biri olur. Tanrı yalnızca “bütün doğanın yaratıcısı” değildir, aynı zamanda “insanların yüreğinde hareket eder” (24). Kutsal kitaplar en yüksek gerçek olarak tanrısal bilgelik haline gelirler. (25) Coubertin ve Hobbes’un benzerliğini gösteren, Hobbes’un “doğa yasaları”na uyan omnium contra omnes (herkesin herkese karşıtlığı (ç.n.)) ve homo homini lupus (insan insanın kurdudur (ç.n.)) özdeyişleri değil, gerçeğin takibini var olan düzenin korunmasına bağlayan auctoritas, non veritas facit legem (yasayı yapan gerçek değil, güçtür (ç.n.)) özdeyişidir. Ne var ki, bu ilke Hobbes’un Cicero’nun salus populi suprema lex (insanların mutluluğu en yüksek yasa olmalıdır (ç.n.)) özdeyişine dayanan “insanların mutluluğunun” devletin kuruluşunun nihai amacı olduğu savına (26) göre değerlendirilmelidir, ki bu da Coubertin’in burjuva sınıfı lehine olan fikirlerine bütünüyle karşıttır. (27)

Coubertin’in felsefesi, John Locke’nin aydınlanma mirasına da ters düşer. Locke devredilemez “doğal hak” (28) yasasıyla “Sivil Toplumu” oluşturur, yani “Toplum” ya da “Yönetim”de birleşme anlaşma yoluyla olur, (29) “özgürlük, eşitlik ve bağımsızlıkta” ısrar edilmelidir, aksi taktirde, “başka bir insanın Mutlak Gücüne girmeye kalkışan bir insan, diğeriyle kendisini Savaş Hali’ne sokar” (30) özgürlük hakkı ve onu savunma hakkı Locke’de insanın vazgeçilemez temel haklardır, – bu da Coubertin’in “güçlü olan haklıdır” anlayışına dayanan “toplumsal barışına” karşıttır. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sosyo-ekonomik ve politik durum göz önüne alındığında, Lock’un özgürlüğü savunma söylemi işçilerin egemen zengin sınıfın “seçkin” zorbalığına karşı çıkışın bir hitabı olarak yorumlanabilir.

O autoru

Administrator

Dodaj Komentar

Noviji tekstovi

Poslednji Komentari

Arhiva

Kategorije

Meta Linkovi

Pratite Ducijev rad i na fejsbuku